6 Eylül 2009

Türkiye'nin Güney Afrika Şansı

Türkiye'nin dün Estonya karşısında aldığı 4-2'lik galibiyet ve sergilediği başarılı hücum futbolundan sonra gruptan çıkma hayalleri iyice alevlenmeye başladı. 'Bosna deplasmanından alınacak bir galibiyet' ile başlayan cümleler, 2010 Haziran'ında Türkiye'yi izleme hayaliyle birleşince, ortaya tehlikeli derecede hayalperest olan açıklamalar çıkıyor. İşte bu yazıda, Türkiye'nin 2010 Dünya Kupası'na gitme ihtimalini olabildiğince objektif bir biçimde değerlendirmeye çalışacağım.
Öncelikle gruptaki puan durumuna bir göz atalım. İspanya birincilik koltuğunu garantilemişken, Bosna Hersek ve Türkiye arasında bir ikincilik mücadelesi olacağı gayet açık bir biçimde görünüyor. Belçika ise Bosna'nın 8 puan gerisinde kalarak şansını kaybetmiş durumda.
Bu tabloya baktığımızda Çarşamba günü oynanacak Bosna-Türkiye maçının önemi açıkça görünüyor. İşte asıl problem de burada başlıyor.
Son olarak Rıdvan Dilmen'in de dahil olduğu yorumcular kervanı, bu maçı kazanacağımızı varsayıp kalan maçlardan bir ihtimal hesaplamasına girişiyorlar. Fakat Estonya'dan 2 gol yiyen bir defansın, Misimovic-Ibisevic-Dzeko-Muslimovic 4'lüsüne karşı neler yapacağı merak konusu. Aynı zamanda yenilecek erken bir golün de takımdaki motivasyonu dibe çekeceği bir gerçek. Unutmayalım ki; Norveç, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan tipi mucizevi maçlar, 40 yıl sonra bile hatırlanacak maçlardır. Dolayısıyla, yenen her golü çıkaramayacağımız bir gerçek, özellikle Bosna gibi zor bir deplasmanda.
Bütün bu dezavantajlara rağmen, Bosna'yı deplasmanda mağlup ettiğimizi varsayıp önümüzdeki maçlara bakalım. Bosna, aldığımız galibiyete rağmen, hala bizim 1 puan önümüzde yer alıyor olacak. Dolayısıyla bizim yine bütün maçlarımızı kazanmamız şart. Kendi evimizde Ermenistan'ı yeneceğimizi varsayıp, bana göre en az Bosna deplasmanı kadar zor bir maça, Belçika deplasmanına göz atalım.
Belçika ile Kadıköy'de oynanan ve 1-1 biten maçtan sonra şöyle bir yazı yazmıştım Belçika takımının fazla küçümsendiği ile ilgili. Fellainili, Defourlu, Witselli bir Belçika bekliyor olacak bizi. Her ne kadar son senelerde işler ne zaman sıkışsa kazanmayı bilen bir takım olarak gözüksek de, bu maçın da gerçekten zorlu geçeceğini düşünmek lazım.
Belçika deplasmanında da galip geldiğimizi varsayalım, ve maalesef bizim için iş burada da bitmiyor. Bosna'nın İspanya'ya karşı bir mağlubiyet ya da beraberlik almasını bekliyoruz. İspanya'nın galibiyet serisi bu maça kadar devam etse Bosna'ya acımayacaklarını söyleyebilirdik, fakat Konfederasyon Kupası'ndaki ABD yenilgisi ile galibiyet serisini de tarihe gömmüş oldular. Yani bu maçta Bosna'nın karşısında rahatlamış ve amaçsız bir İspanya göreceğimizi söylesek yanılmış olmayız. Kısaca, Bosna'nın kendi göbek bağını kesecek olması şu anda en büyük avantajları olarak göze çarpıyor.
Şimdi, bütün bu yukarıda yazdığım ihtimallerin lehimize geliştiğini ve grupta ikinciliği aldığımızı düşünelim. Bütün yorumcular, sanki iş burada bitiyormuş gibi bir tavır takınsa da; bana göre asıl macera bundan sonra başlıyor. Zira, Türkiye Milli Takımı'nın pek de beceremediği bir seriye geliyor sıra: Baraj maçları...
2002 Dünya Kupası öncesindeki Avusturya maçlarından sonra iki büyük fiyasko yaşadık baraj maçlarında. 2004'ten önce Letonya, 2006'dan önce İsviçre -ki bu iki takım da çekebileceğimiz en kolay kuraydı- maçlarını unutmak henüz kimseye nasip olmamıştır. Bu seferki play-off maçlarının ise daha dişli olacağını söylemeye gerek bile yok. Zira; İsveç, Yunanistan, Rusya, Fransa, Hırvatistan gibi takımlar bekliyor bizi bu kurada. Bu takımların herhangi biriyle eşleşsek şansımızın %50'den fazla olduğunu söyleyen çıkmaz herhalde.
Play-off aşamasında çekebileceğimiz bunlardan daha kolay takımlar olsa da, o takımların da bu kupaya gitmeyi en az bizim kadar istediği gerçeğiyle baş etmek zorunda kalacağız. Yani her halükarda, 180 dakikalık bir savaştan galip ayrılmamız gerekecek. Ve eğer bunu başarabilirsek, 2010 Haziran'ında Güney Afrika'nın kapıları ardına kadar açılacak.

2010 Dünya Kupası'na katılmamız için gereken şartları yukarıda saydım. Bunların hepsinin eksiksiz gerçekleşmesi, bana göre %10'dan fazla bir ihtimal değil. Her ne kadar futbolda yüzdelerle konuşmak saçma gözükse de, herkesin kendisini 2010'u televizyondan seyretmeye alıştırması gerekiyor. Çünkü, üzgünüm ama, büyük sürprizler yaşanmazsa, Dünya Kupası'na gitmemiz çok zor görünüyor.

27 Ağustos 2009

Aston Villa Veda Etti

İster Galatasaray ve Fenerbahçe'nin 3. torbadan gelebilecek muhtemel ve oldukça güçlü bir rakibi veda etti diye sevinin, ister Avrupa Ligi'nin kalitesi bir kademe daha düştü diye üzülün. Ama bir gerçek var, dakikaler önce biten maçta 1-0'ın rövanşında Villa Park'ta 2-1 mağlup olan Rapid Wien, Aston Villa'yı Avrupa Ligi'nin dışına itti. Martin O'Neill için çok erken bir veda şüphesiz. Ligde henüz 3 gün önce pazartesi oynanan Liverpool maçının yorgunluğunun da payı büyüktür şüphesiz bu sürprizde. Bakalım Avrupa'ya erken veda eden Villa, en azından ligde toparlanıp eski günlerine dönebilecek mi, yoksa O'Neill-Aston Villa birlikteliğinin son sezonu bu sezon mu olacak? Bekleyip göreceğiz...

22 Ağustos 2009

Turkcell Süper Lig 3. Hafta | Gençlerbirliği - Beşiktaş

Turkcell Süper Lig'in üçüncü haftası, bugün oynanan üç maçla başladı. Beşiktaş, Mustafa Denizli'nin ikinci Gençlerbirliği deplasmanında Ankara'dan golsüz beraberlikle ayrılmak zorunda kalırken; bu sezonun Sivasspor'u olmaya aday Bursaspor, kardeşi Ankaragücü'nü 1-0 mağlup etti. Gecenin diğer golsüz maçı ise, Belediye ile Eses arasında oynandı.
Öncelikle Beşiktaş'tan başlayalım. Maçın geneline baktığımızda, rahatlıkla söyleyebilirim ki üç puanı kaçıran taraf Gençlerbirliği oldu. Özellikle 60-80. dakikalar arası Beşiktaş galibiyet golünü aramak için takım olarak hücumdayken, çok net pozisyonlar yakaladı Gençlerbirliği. Bunlardan en netinde, Mustafa Pektemek topu yanındaki arkadaşına aktarsa, Beşiktaş 3. haftada mağlubiyetle tanışmış olacaktı.
Beşiktaş'ın hücum zaafiyeti bir yana, defansta da ciddi sorunlar yaşıyor. Kahe gibi vasatın biraz üstünde bir forvetin, Ferrari-Sivok ikilisini maç boyunca adeta perişan etmesi, olası bir Şampiyonlar Ligi eşleşmesinde bu ikilinin neler yapacağını akıllara getiriyor.

Orta sahada aynı anda yer alan Uğur-Ernst-Fink üçlüsüyse, haklı olarak hücumda pozisyon üretmekte zorlandılar. Yusuf'un ileriki maçlarda Uğur'un yerini alacağını tahmin etmek zor değil.
Mustafa Denizli'nin "Yabancı transferi yapılmayacak." açıklaması da taraftarın moralini oldukça bozdu. Sonuç olarak Beşiktaş cephesinde işler geçen sezona göre biraz daha zorlu olacak gibi görünüyor.
Bir parantez de Gençlerbirliği'ne açmak gerekiyor. İlhan Cavcav, "Geçen sezon iki takım birden yönetmek bize ağır geldi, bu sezon daha iyi bir Gençlerbirliği izleyeceksiniz." açıklamasının hakkını vermiş gibi görünüyor. Geçen sene Hacettepe'de forma giyen Orhan Şam ve Tozo takıma büyük güç katmış görünüyor. Harbouzi ve Burhan takımın hücum gücünü üstlenebilecek kalitede oyuncular. Takımın mentalitesi de Thomas Doll ile birlikte daha ofansif görünüyor. Bu sene, Gençlerbirliği'nin geçen sezon yaşadığı kabusu görmesi bir mucize olur.

10 Temmuz 2009

Jérémy Mathieu

Tatil nedeniyle uzun süredir yazamıyoruz. Üzerinden bu kadar zaman geçmişken ve herkes haklarında bir şeyler karalamışken gidip de Ronaldo-Kaka-Benzema transferleriyle ilgili bir şeyler yazmanın pek ilgi çekici olacağını düşünmüyorum. Bu nedenle aslında bana göre çok önemli bir transfer olan ama medyada olsun bloglarda olsun hakkında hiçbir şeye rastlamadığım Mathieu transferiyle ilgili bir şeyler karalamak istedim.

Valencia'ya bakanlar Villa'nın ne yapıp yapmayacığıyla o kadar meşgul ki takımda olan diğer olaylara kimsenin aldırış ettiği yok. Son 3 sezondur yazın transfer dönemi başlar başlamaz İngiltere'nin 4 Büyükleri ile Real-Barça kıskacından bir türlü kurtulamayan adam oldu Villa. 3 senedir ha gitti ha gidecek ama bir türlü gerçekleşmiyor transferi. Bu kadar başarılı olmasına rağmen artık Valencia taraftarı da sıkıldı bu gitmek isteyip de gidememe işinden. Neyse biz asıl meseleye dönelim.
Transfer sezonunun en erken hamlelerinden biriydi, Jeremy Mathieu transferi. 97-05 arası sol beki emin ellerdeydi Valencia'nın. 32 yaşında Roma'dan alınan İtalyan sol bek Amedeo Carboni 40'ına kadar savunmuştu kanadını. Onun son seneleri de dahil bugüne kadar sol bek pozisyonunda bir türlü istediğini bulamadı Valencia. Carboni yerini kendisi gibi bir İtalyan'a Moretti'ye bırakmıştı. İtalya Milli Takımı seviyesine hiç bir zaman erişemeyen Moretti; kısıtlı yeteneğine karşın gücü ve pozisyon bilgisiyle kotarmayı başarmıştı 4 senedir bu görevini. Artık onun da görev süresi doldu gibi. Bunun sebebi Toulouse'dan bonservis bedelsiz kadroya katılan isim Jeremy Mathieu. 1,90 lık Fransız sol bek 26 yaşında biraz geç de olsa sonunda büyük bir lige atmaya başardı kendini. Toulouse karşı sempati besleyen ve sezon boyunca birçok maçını izleyen biri olarak bu transfer hakkında konuşmak da bize düştü. Uzun boyuyla hava toplarında etkili olan Mathieu frikik olsun korner olsun uzun mesafeden şutlarıyla olsun teknik beceri gerektiren konularda bir sol bekten istenenden çok daha fazlasını yapabilecek kapasiteye sahip. Teknik becerilerinin yanına gücünü ve soğukkanlığı kişiliğini de eklersek gerçekten müthiş bir sol bek olup da çıkıveriyor. Gerekirse futbol bilgisi sayesinde ön liberoda da yararlanılabilecek olan Jeremy, takım içinde ağırlığını hissettiren oyunculardan. Toulouse'nun iyi-kötü-iyi şeklinde geçen son 3 sezonunun küme düşmememe mücadelesi verileninde sakatlığı nedeniyle çok maç kaçırdığını ve takımdaki etkisini de hatırlatmak gerek. Mathieu; Evra, Abidal, Clichy gibi sol bekler yüzünden Milli Takım için pek adı geçmeyen bir oyuncu. Evra dışındaki diğer ikilinden daha iyi olduğunu düşünsem de bunu Domenech'e anlatmak için zaman kaybedecek değilim. Villa - Silva - Mata üçgeninde durum ne olur, Albiol'un yeri nasıl doldurulur bilmem ama Valencia'nın sol beki en azından 5-6 seneliğine emin ellerde. Tabii çıtayı daha yükseğe koymadıysa Mathieu...

11 Haziran 2009

Yeniden Los Galacticos?

2008/2009 sezonu öncesi transfer dönemini hatırlayın. Son gün gerçekleşen Berbatov ve Robinho transferleri olmasa, 20 milyon Euro'nun üstünde bir bonservis bedeli ödenmeyecekti hiçbir futbolcuya. Aslında ekonomik kriz göz önüne alındığında bu seneki transfer döneminin çok daha durgun geçeceği tahmin edilebilirdi, ama bütün bu tahminleri boşa çıkaran bir adam tekrar Real Madrid'in başına geçti: Florentino Perez.
'Büyük Başkan', sezon içindeki Barcelona dominasyonunu unutturabilmek için erken başladı çalışmalarına. Daha Haziran ayının ortasına gelmemişken birçok futbolsevere göre Dünya'nın en iyi 5 futbolcusunun ikisini kadrosuna kattı. Kaka ve Cristiano Ronaldo önümüzdeki sene astronomik bedellerle Real Madrid forması giyecekler. Peki, 2003/2004 sezonundaki 'Los Galacticos'un başarısızlığının bu kadar net görülmüş olmasına rağmen, Perez neden hala böyle bir transfer politikası izliyor?
Bu sorunun yanıtını bulabilmek için o sezonki yıldızlar topluluğunu araştırarak işe başlamak lazım. 2003/2004 sezonunda, kadrosunda Figo, Beckham, Ronaldo, Zidane, Roberto Carlos gibi isimleri tek bir takımda toplamayı başarmıştı Real Madrid yönetimi. Peki, her biri yıldız olarak kabul edilen bu oyuncular, takıma nasıl gözle görülür bir başarı getirmemişti? Bana göre bu sorunun cevabı bu oyuncuların yaşlarında gizli. Zira Figo, Zidane ve Roberto Carlos 31, Beckham 29, Ronaldo 27 yaşındaydı o sıralar. Kadrodaki diğer isimlerde de durum aynıydı. Sağ bek Michel Salgado 28, Guti ise 27 yaşındaydı.

Yani, o sezon Real Madrid kadrosunun yaş ortalamasını iyimser bir tahminle 28-29 civarı olarak belirleyelim (merak edenler için fotoğraftaki beşlinin o anki yaş ortalaması 29), ve bu sezonki transfleri inceleyelim:
93 milyon euroluk rekor transfer Cristiano Ronaldo, 24 yaşında. Bir diğer bomba isim Kaka ise, 2003/2004'ün takımının neredeyse en genç oyuncuyla yaşıt, 27 yaşında. Eğer gelirlerse, ki gelmeleri oldukça yüksek ihtimal David Villa 27, Ribery ise 26 yaşında. Bu oyuncuların yanına 28'lik Casillas ve 21'lik Marcelo gibi isimleri de eklediğimizde, gelecek sezon sahada göreceğimiz Real Madrid'in yaş ortalamasının, 2003/2004 sezonuna kıyasla 2-3 yaş azalacağını söylemek mümkün. İlk 11'deki en yaşlı ismin ise (şimdilik) 31 yaşındaki Raul olacağını söylemeliyiz. Ki Raul, görünürde 2009/2010 kadrosunun tek 30 üstü oyuncusu olacağa benziyor.
İşte tüm bu istatistiklere bakıldığında, bu sezon kurulmak istenen kadronun, ilk Los Galacticos'un basit bir kopyası olmayacağı anlaşılıyor. Korkarım ki 2009/2010 sezonunda izleyeceğimiz Real Madrid, bireysel anlamda futbol tarihinin en iyi takımı olmak üzere. (Ribery, Villa ve defansa kaliteli bir takviye daha gerçekleşirse) İşte ancak bu takımı izledikten sonra, 'Los Galacticos' prototipinin başarılı olup olmayacağına karar verebiliriz. Bütün futbolseverler dört gözle beklemeli, dünyanın en 'iyi' takımı, Real Madrid, 2009/2010 sezonunda patlamaya hazırlanıyor...

8 Haziran 2009

Fergie&Pique



Yukarıdaki iki fotoğraftaki ortak isim Gerard Piqué. İlk fotoğraf 2008'deki Şampiyonlar Ligi finalinden. Manchester United formasıyla Şampiyonlar Ligi'ni kaldırmış olan Piqué, transfer döneminde Şampiyonlar Ligi şampiyonundan eski kulübü Barcelona'ya imza atıyor, Guardiola önderliğinde geçirdiği harika sezonun en kritik maçında Manchester United'la karşılaşıyor. İki sene üst üste Şampiyonlar Ligi finali oynamak bile inanılmaz bir başarıyken, genç İspanyol bununla yetinmiyor, iki sene üst üste Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırıyor.

İşte 27 Mayıs 2009 günü, genç oyuncunun 68 yaşındaki kurdun önüne geçtiği an böyle yansıyor objektiflere. Fergie'nin kendisini yarı yolda bırakan eski öğrencisine şefkat dolu bakışı binlerce kelimeye bedel. Ferguson'un büyüklüğünü tek fotoğrafta anlat deseler, bu fotoğrafı gösteririm artık...

7 Haziran 2009

En Büyük Olmaya Az Kaldı


3 senesi finalde olmak üzere 4 senedir Rafael Nadal'a takılıyordu Federer. Gün geçtikçe saplantı haline dönüşmüştü artık bu Roland Garros'u kazanma işi. Hem Federer için hem de başta Roland Garros seyircisi olmak üzere biz Fedexciler için böyleydi durum. Ve beklenen gün geldi çattı. Federer, 4.turda son 3 yılın şampiyonu Nadal'ı ezerek geçen Robin Söderling'i rahat bir oyun sonunda 3-0'la geçerek sonunda kazandı Roland Garros'u.
İki tenisçinin finale gelirken aldıkları yola bakarsak, Söderling'in performansı çok daha spektakülerdi. İlk 2 turu beklenildiği gibi rahat geçen İsveçli 3. turda İspanyol raket David Ferrer'i 3-1 ile geçtiğinde bile pek göz önünde değildi. Kritik an Nadal'ı müthiş oynadığı maç sonunda 3-1 geçmesiydi. Kariyerinde Roland Garros'da maç kaybetmeyen bu adamı yenmek, motivasyonların en büyüğüydü. Ardından çeyrek finalde Davydenko'yu çok rahat bir maç sonrası 3-0 la geçtiğinde artık Söderling ismi herkesin hafızasına kazınmıştı. Nadal'ı şans eseri yenmediği açık ve netti. Yarı finalde setlerde 2-0 öndeyken Şilili Gonzalez'in setlerde durumu 2-2 ye getirip hatta bununla sınırlı kalmayıp final setinde de 4-1 öne geçmesine müthiş bir geri dönüşle karşılık vererek maçı 3-2 kazanmasını bilmişti Söderling.
Federer cephesinde de durum zamanlama açısından Söderling'e benzerdi. Söderling'in 4.turda Nadal'ı geçmesinin ardından Federer değişik bir ruh haliyle çıkacaktı Haas maçına. Nadal'ın elenmesi, onun üzerine ekstradan bir yük yüklemişti. Ne de olsa sporda duygusallığın son noktasıydı Fedex. Haas karşısında setlerde 2-0 geriye düştüğü haberini alınca herşeyin bittiğini düşünmüştüm. Ekselansları Nadal'ın elendiği bir Roland Garros'u bir daha göremeyebilirdi ve bu turnuva belki de onun çöküşü olabilirdi ama Federer müthiş bir geri dönüş hikayesiyle maçı 3-2 kazanmasını bildi ve mental açıdan büyük bir rahatlığa erdi. Aynı Söderling gibi çeyrek final mücadelesini rahat kazanan Fedex, yine tıpkı rakibi gibi yarı finali de 5 set sonunda geçti. İkilinin finale gelişleri böyleydi ve arkasına rüzgarı alan Söderling'di.
Finale kadar duygularını pek belli etmeyen Soğuk İsveçli finalde ilk sette 3 servis birden kırdırarak 6-1 mağlup olduğu anda maçı kafasında bitirmiş gibiydi. 2.seti tie-break'e taşımayı başaran Söderling, tie-break kralı Fedex'in kullandığı 4 servisi de ace ile sonuçlandırması sonucunda hem tie-break'i hem de mental açıdan maçı kaybediyordu. Finale kadar gelirkenki en büyük yardımcısı ilk servisleriydi ve bu alanda başarılı olamayınca Federer'e karşı şansının olmaması da gayet doğaldı. Del Potro'ya yaptığı kadar drop shotlara başvurmadı ama o ara sıra yaptıkları bile rakibi bitiren vuruşlardı. Söderling'in file önüne çıkma düşüncelerini de passing shotlarla cezalandıran Fedex, maç sonu İsveçli'nin de söylediği gibi tenis nasıl oynanırın dersini veriyordu maç boyu. Son seti de 6-4 le alıp, hiç servis kırdırmadan maçı 3-0 alan Federer maç sonu alışagelmiş ağlamalarından birini yapıyor ve bizi de ekran başında sevince boğuyordu. Wimbledon'da Pete Sampras'ın rekorunu kırmak için raket sallayacak Fedex. Eğer orada da kazanan olursa artık kimin en büyük olduğu pek tartışılmayacak. Vavrinec 1 ay sonra nasıl izleyecek maçları orası biraz muamma. Maç sırasında sancısı gelip de doğurursa şaşırmamak lazım.

Futbol Tarihine Geçen Sözler #6

Hazır transfer sezonuna girmişken bu özlü sözü hatırlatayım istedim.
"the only thing true in the turkish newspapers is the
date.(Türk gazetelerindeki tek doğru şey tarihtir)"


-Haim Revivo-

5 Haziran 2009

Arapsaçı

Topuz Beşiktaşlıyım diyor, Süleyman Hurma bonservisi Fenerbahçe'de artık diyor. Beşiktaş'tan resmi açıklama yok. Etik olmayan bişeyler dönüyor, kimin çevirdiğine sonra gelelim.

Modruyff

Birbirine bu kadar benzeyen futbolcu var mı deseler donar kalırım, Modric de 14 numara giyerek göz kırpıyor zaten. Medyamızdan biri farketse "Modric Barcelona'da" manşetlerini her gün görebilirdik. Şimdilik güvendeyiz.

Ben sizi benzerlikle başbaşa bırakayım :

Adanmış Hayatlar

Galatasaray'ın bayrak adamlarından olabilmiş, varını yoğunu Galatasaray için harcamış bir adamdı Alpaslan Dikmen. Hala benzer bir lidere ihtiyaç duyuyor, onun eksikliğini hissediyor GS tribünü.
Vefalı taraftarlar biraz uğraşla Alpaslan Dikmen adının yaşatılması için bir girişimde bulunmuş, Eski Açık Tribüne Alpaslan Dikmen Tribünü adının verilmesini istiyorlar. Gerekli bilgilere http://www.adanmishayatlar.net adresinden ulaşabilirsiniz. Biz de canı gönülden destekliyoruz.

" üzülme sen dostlarin var özleyip içten seven
isminin telaffuzunda kâh gülüp hüzünlenen... "

Babalar ve Oğullar

Babalar ve oğullara futbol dünyasında çok sık rastlanılmaz. İlk akla gelenler arasında Harry-Jamie Redknapp, Cesare-Paolo Maldini ve Johan-Jordi Cruyff'u sayabiliriz. Bunlardan babalarının başarıları altında ezilenler de var, onun üstüne çıkanlar da.

Jordi Cruyff ilk gruba giriyor dersek yanılmayız sanırsam. Babasının etkisinin malum olduğu Barcelona'ya giriş, bir umut yapılan transferle Old Trafford ve ardından orta sınıf ispanyol takımları arasında gezinme. 2006'dabir Ukrayna gezisi sonunda, son durağına vardı Junior Cruyff. Malta takımı Valletta FC'ye imza attı. Beğendiğim bir futbolcuydu açıkçası, kariyerinin onun gerçek değerini yansıtmadığını düşünürdüm. Yaptığı tercihler bana göre doğru olmasa da, son tercih en azından ileriye dönük umut veriyor, zira Jordi yeni takımında aynı zamanda teknik direktör Ton Caanen'in yardımcısı olarak da görev yapacak, anlaşma ilk sene oyuncu-koç, ikinci seneden itibaren teknik direktör yardımcılığını kapsıyor.

Ayakları babası kadar becerikli olmasa da umuyoruz ki mental olarak babasının izinden ilerler.

Arda Tatile Çıksın

2007/2008 sezonundan başlayalım. Galatasaray, sezonun sonlarına doğru yaptığı teknik direkör değişikliğine rağmen şampiyon oluyor, bunda belki de en büyük paya sahip oyuncu Arda Turan, beklendiği gibi Euro 2008 kadrosuna çağrılıyordu.
Yorucu bir sezonun ardından en az o kadar yorucu olan milli takım kampında geçiriyordu günlerini Arda Turan, diğer birçok arkadaşı ise o sırada milli takımın ne yapacağını düşünürken Antalya'da güneşlenmekle meşguldu.
Euro 2008 geldi çattı. Porekiz maçında ilk 11'e alınmayan Arda, milli takımın diğer bütün maçlarında aktif rol alıyor, oynadığı oyun ve attığı gollerle Avrupa 3.lüğünde de aslan payına sahip olan isimlerden biri oluyordu.
Euro 2008 dönüşünden sonra birkaç günlük izin yapmaya hak kazanan Arda, ufak bir aradan sonra bu kez Skibbe önderliğindeki Galatasaray'ın sezon öncesi kampına girip takımının başarısı için ter dökmeye başlıyordu. Bu kampın sonrasında başlayan ve fiyaskoyla sonuçlanan 2008/2009 sezonunda da takımının en önemli hücum silahı sıfatını elinde bulunduran Arda'nın maçların çoğunda 90 dakika forma giydiğini belirtmeye gerek yok sanırım.

Galatasaray bu sezonda elde ettiği 5.likle Avrupa Ligi'ne gitmeye hak kazansa da, ilk ön elemenin 15 Temmuz'da olmasından dolayı sezonu 23 Haziran'da açacak. Şüphesiz, iki senedir tatil yapamayan Arda Turan, buna en çok üzülen isim olacak. Zira yine şu anda, birçok takım arkadaşı tatil yaparken, Arda, Azerbaycan ve Fransa ile oynanacak milli maçlar nedeniyle milli takım kampında ter döküyor.
22 yaşındaki genç oyuncu, neredeyse dinlenme fırsatı olmadan 3. sezonuna girmek üzere. Benim isteğim, bu genç oyuncuya, gerekirse ilk ön eleme turunda oynatmamayı göze alarak, hakettiği izni vermek. Şüphesiz, mental ve fiziksel olarak gereken enerjiyi depolayabilirse, 2009/2010 sezonunda Rijkaard önderliğindeki Galatasaray'ın en önemli kozu olacaktır Arda, yeter ki birkaç gün doyasıya dinlenebilsin.

Skibbe'nin Yeni Durağı

Geçen sezon sahip olduğu vasatın üstündeki kadrosuna rağmen ligi iyi bir yerde noktalayamayan Eintracht Frankfurt, eski teknik direktörü Friedhelm Funkel yerine Micheal Skibbe ile anlaştı. Böylece, kadrosunda Junichi Inamoto'yu da bulunduran Alman ekibi, yolu Galatasaray'dan geçmiş ikinci bir adamı barındıracak takımında.
Daum'un Fenerbahçe'ye gidişinden sonra Skibbe'nin adı Köln'le anılmaya başlamıştı. Fakat Frankfurt tercihinin de şaşırtıcı olduğunu söyleyemeyiz. Vasat bir Bundesliga takımı şimdilik Skibbe için en uygun adres. Özellikle üstünde baskı olmazsa, oldukça iyi bir futbol oynayan bir ekip yaratabilir Skibbe. Frankfurt'un genç yıldızı Martin Fenin'e neler verebileceğini ise merakla bekliyorum.

Gareth Barry City'de

Koca bir transfer dönemi boyunca Arsenal ve Liverpool ile flört etmişti İngiliz orta saha oyuncusu. Fakat sportif başarı yerine, banka hesabındaki sıfırları arttırmayı tercih edince, Manchester City ile sözleşme imzaladı Barry. 12 milyon sterlinlik bir bonservis bedeli ödendiği söyleniyor. Arap sermayeli City'nin bu kadar büyük bir parayı bu kadar rahat gözden çıkarabilmesi Tottenham teknik direktörü Redknapp'ı hayli sinirlendirmiş. "Barry'i almak istiyorduk. Fakat City'nin önerdiği bonservis bedeline ve maaşa yaklaşmamız mümkün değildi."
Geçen seneki sansasyonel yönetim değişikliğinden sonra Robinho transferiyle piyasaya damgasını vurmuştu City. Bu sene tek bir transferle yetinmeyecekleri kesin gibi gözüküyor.

Rijkaard-Denizli-Daum

Bu seneki transfer döneminin çok hareketli olacağını belirttiğim yazımın üstünden 24 saat geçmemişti ki, Galatasaray'ın Rijkaard'la anlaştığı haberi duyuruldu resmi siteden. Böylece Galatasaray ilk defa Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırmış bir teknik direktörle çalışma fırsatı bulacak. Bu hamle, artık Galatasaray yönetiminin görüştüğü isimleri basına duyurmamakta ne kadar usta olduğunu kanıtladı. Öyle ki, Rijkaard ismi teknik direktör anketlerinde bile geçmiyordu.
Muhalif kesim tarafından Aragones ve Del Bosque örnekleriyle Rijkaard'ın başarısız olacağı öne sürülse de, biraz sabır ve isabetli transferlerle Türkiye Ligi'nde görülmüş en iyi oyunu oynayabilir sarı-kırmızılı takım. Şampiyonlar Ligi şampiyonu Barca'nın oynadığı oyun unutulmuş değil zira.

Bir diğer haber de Beşiktaş'tan geldi. Denizli ile olan sözleşmesini 1 sene uzattı siyah-beyazlılar. Böylece üç büyüklerin 2009/2010'daki teknik direktörleri belli oldu 5 Haziran itibariyle. Geçen seneden çok daha zevkli bir Turkcell Süper Lig bekliyor bizi. Trabzonspor da teknik direktör tercihini akıllıca kullanırsa, ki Samet Aybaba'dan vazgeçmeleri buna işaret, 5 takımın yine şampiyonluğa oynayabileceğini tahmin etmek zor olmaz.

4 Haziran 2009

Yeni Gelenler

Bu sene Avrupa'nın önde gelen liglerinde birçok prestijli takım lige veda etti. Newcastle United, Real Betis ve Torino ilk akla gelenler arasında. Bu takımların yerini doldurmak için alt ligden gelenler de bir o kadar şaşırtıcı. Uzun süredir en üst düzeyde mücadele etmemiş takımlar çoğunlıukta. Bu takımlara kısaca göz atalım:
İngiltere Premier Lig'de Newcastle ve Boro'nun düşüşü sene başında kimse tarafından tahmin edilmiyordu. Özellikle Newcastle gibi kadro kalitesi üst düzey bir takımın seneye Championship'te mücadele edecek olması üzüntü verici. Championship'ten gelecek takımlara baktığımızda ise, özellikle bir takımın adına çok yabancı olduğumuzu görüyoruz. Wolverhampton ve Birmingham ile beraber Premier Lig'e yükselmeyi başaran üçüncü takım, Burnley oldu. Böylece Burnley 33 yıl aradan sonra en üst düzey seviyeye dönmeyi başardı. Özellikle İngiltere Ligi gibi gelen takımların çoğunun ertesi sezon küme düştüğü bir ligde seneye tutunabilmeleri imkansıza yakın görünüyor, fakat yine de Burnley taraftarları 2009/2010 sezonunun tadını çıkartacaktır.

Fransa'da ise çok daha ilginç bir tablo var karşımızda. 2009/2010 sezonunda Ligue 1'de oynamaya hak kazanan üç takımdan biri olan Boulogne, bunu 111 yıllık tarihinde ilk kez başarıyor. Bu inanılmaz başarı şimdilik göze çok hoş görünüyor, fakat tarihinde ilk kez en üst lige çıkmış bir takım, vizyonunda köklü değişiklikler yapmazsa, maalesef bir asansör takımı olmaktan kurtulamaz. Bakalım Boulogne Ligue 1'i hakettiğini cümle aleme gösterebilecek mi?

İspanya'da ise 2. lig henüz sonuçlanmasa da, üst lige çıkmayı garantileyen bir kulüp var: Xerez. Bu takım da 62 yıllık tarihi boyunca ilk kez La Liga'da mücadele etme şansı yakalayacak. Bu sezon televizyondan hayranlıkla izledikleri Barcelona'ya karşı mücadele edecekler 2009/2010 sezonunda. Yine La Liga'daki ömürlerinin çok uzun olacağını tahmin etmesem de, onlar adına unutulmayacak bir sezon olacak. Kimbilir, belki güç bela ligde kalıp, La Liga keyfini bir sene daha yaşayabilirler.

İşte bu yukarıda bahsettiğimiz üç takım, uzun sürelerden sonra en üst seviyede mücadele edecek. Bakalım o seviyeyi hak ettiklerini kanıtlayabilecekler mi, yoksa birçok takım gibi bir senede silinip tekrar eski yerlerine mi dönecekler...

Üç Büyükler Hızlı Başladı

Turkcell Süper Lig 2008/2009 sezonu tüm tahminleri ters köşeye yatırarak Beşiktaş'ın şampiyonluğu ile bittikten sonra başlayacak olan transfer döneminin çok hareketli geçeceğini tahmin etmek zor sayılmazdı. Özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray'ın başarısızlığı ve teknik direktör değişikliklerine gitmeleri ve Anadolu takımlarındaki Bilica, Topuz, Özer, İsmail Köybaşı gibi 3 büyüklere fayda sağlayabilecek oyuncuların varlığı, transfer sezonundaki hareketliliğin işaretleriydi. Fakat bütün bu tahminlere rağmen transfer sezonunun beklenenden de hareketli başladığını söyleyebiliriz.

Öncelikle Fenerbahçe'den başlayalım. Bir senelik Aragones kabusunun ardından çareyi eskiye dönmekte buldu sarı-lacivertliler. Cristoph Daum her ne kadar günü kurtarmaya yönelik bir hamle olarak görünse de, sportif direktörlüğe Aykut Kocaman'ın getirilmesi, ilerleyen senelerde Aziz Yıldırım'ın kafasında ne olduğu hakkında bir fikir verebilir. Teknik kadronun takıma yabancı olmaması bir avantaj. Seneye Alex'in etkinliğinin iyiden iyiye azalacağı bir Fenerbahçe izleyebiliriz. Zaten bunun zamanı geldi de geçiyor bile. Fenerbahçe ile ilgili son bir transfer haberi verelim. Gaziantepspor stoperi Bekir İrtegün gelecek sezon çok büyük bir ihtimalle Fenerbahçe forması giyecek.

Şampiyon Beşiktaş'la devam edelim. Bugün akşam saatlerine doğru Mehmet Topuz'la anlaştığını duyurdu Beşiktaş yönetimi. Bu transferle sadece Türkiye'nin en kaliteli ortasaha oyuncularından birini almış olmadılar, aynı zamanda bu oyuncuyu ezeli rakibi Fenerbahçe'nin adeta ellerinden çalarak büyük bir transfer başarısına imza attılar. Önümüzdeki sezon Beşiktaş'ın sağ tarafında Topuz'u izleyebiliriz. Kayseri'deki gibi her topu kendi kullanmaya çalışırsa işinin zor olacağı kesin, fakat egosunu biraz törpülerse, Beşiktaş'ın sağ kanadı uzun süre emin ellerde olacak.
Beşiktaş'ın Mustafa Denizli ile devam edip etmeyeceği ise hala kesinlik kazanmış değil. Denizli'nin Çeşme'de verdiği 'Seneye de Beşiktaş'tayım.' demeci dışında hala bir resmi açıklama gelmedi. Demirören büyük bir ihtimalle elinden geleni yapıyordur sözleşme yenilemek için, ki bunu başaramaması için de gözle görülür bir neden yok ortada, tabii Mustafa hocanın özel sebepleri yoksa.

Galatasaray ise bu iki kulübe göre sezona çok daha erken başlayacak. Buna rağmen hala seneye takımın başında kimin yer alacağı bilinmiyor. Gerard Houlier'de çıkan ufak pürüzler sayesinde bu büyük dehanın kaçırılması herkesi üzse de, artık yönetimin bir an önce takımın sahibini bulması gerekiyor. Geçen sezonun başındaki Skibbe tercihinden ağızları yanmış olacak ki, acele bir tercih yapmak istemiyorlar. Fakat hem gönlümden geçen, hem de şu anda en öne çıkan aday olan Juande Ramos'u seneye takımın başında görmek isterim. Geçen sezonun ikinci yarısında Real Madrid'le yakaladığı müthiş formun %70'i bile, Galatasaray'ı bu sene şampiyon yapmaya yetecektir.

İşte üç büyüklerin bugüne kadar yaşadığı transfer maceraları böyle... Daha önümüzde 2 koca ay olduğu düşünülürse, seneye bu üç takımın da bambaşka kadrolarla girmesi sürpriz olmaz. Özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarları, hareketli Temmuz günlerine hazırlıklı olsunlar, zira bu kadro ve teknik heyetlerle başarının gelmeyeceği geçen sezon net bir biçimde görülmüş durumda...

31 Mayıs 2009

Şampiyonlar

Turkcell Süper Lig'de Beşiktaş, Bank Asya Birinci Lig'de Manisaspor, Paf Ligi'nde ise Antalyaspor şampiyon oldular, 3 kulübü ve taraftarlarını kutluyoruz.

Ayrıca Paf Şampiyonluğunun Antalya adına bir önemi daha var. Önceki gün kurucu başkan Atilla V. Konuk'un vefatıyla üzülen kırmızı beyazlı takım, başkanlarına bir şampiyonluk hediye etmiş oldular.

24 Mayıs 2009

1 Numaralıktan Ağabeyliğe

Umut fakirin ekmeği. 3 senedir Roland Garros finalinin adı aynı. Kazananı da değişmiyor. Federer finale kadar gelip Nadal'a yenilmeyi alışkanlık haline getirmiş durumda. Teknikden ziyade fizik gücün ön plana çıktığı toprak kortta pek de yapacak bir şey yok bu duruma. Biz yine ümidimizi koruyoruz, finale kadar gelsin de Fedex artık gerisini orada düşünürüz.

Bugün ilk günüydü Roland Garros 2009'un. Trt-3 ve Eurosport naklen yayınlıyorlar turnuvayı. Aralarında görüntü kalitesi açısından büyük fark olsa da bu alternatifi sağladığı için tebrik etmek lazım Trt'yi. Merkez Kort'taki ilk maç son şampiyon Ana Ivanovic ile genç İtalyan Sara Errani arasındaydı. İvanovic çok zorlanmadan 2-0 aldı. İkinci maçta ise Marat Safin ile Alexandre Sidorenko karşı karşıya geldi. Bu maçı izleme şansımız oldu. Biraz Monaco Grand Prix'i ile kaynasada belli bir bölümünü izleyebildiğim maç, Safin'in 6-4*3 ü ile 3-0 bitti. . Bugünkü maçta dikkat çeken olay; skor olarak kolay görünsede aslında çok çekişmeli ve zor geçen maçta Safin'in kendi ölçütlerini barem aldığımızda sergilediği sakin oyundu. Sidorenko daha çok genç bir tenisçi ve tecrübeye ihtiyacı var bunu kabul ediyoruz. Seyirci desteği onun için yeterli değil Safin gibi bir tenisçiyi yenmek için ama Safin'in de hakkını vermek gerekiyor. File önüne çok iyi gelip yaptığı klas vuruşlar, fizik üstünlüğünü kaybetmemiş olması ve bahsettiğimiz gibi sinirlerine hakim görüntüsü maçtaki artılarıydı. İzlediğim bölümde ilk servislerde iki tenisçi de sıkıntı yaşadı biraz da bunun sayesinde çokça kırılan servis gördük. Safin'in 2002 deki yarı final başarısını tekrarlaması zor ama 4.turda olası bir Safin-Simon eşleşmesine de hazır olmak lazım. Eski Dünya 1 numarası Safin artık Dinara Safina'nın kardeşi olarak anılması olayına gelirsek. Şimdinin Bayanlar Dünya 1 numarası Safina'nın ağabeyinden daha fazla ilgi görüyor olması doğal. Aradaki yaş farkıda göz önüne alındığında yarınlar Safina'nın gibi duruyor. Bayanlarda uzun bir süredir yaşanan bu Grand Slam kazanmadan 1 numara olma olayı da bu turnuvada son bulabilir. Son finalist Safina, teklerde ilk Grand Slam'ini kazanabilir. Tabii ağabeyinin de mental açıdan verdiği destekle.

17 Mayıs 2009

Ne! Toprak Mı?

Federer'in Nadal karşısındaki ilk ve tek toprak kort galibiyeti 2007 de Hamburg'daki finaldeydi. İkincisi bugün Madrid'de yine finalde geldi. Evlilik yaradı herhalde Ekselanslarına. Devamı Roland Garros'ta.

12 Mayıs 2009

Premier Lig Son Durum

Şampiyonlar ligi bileti alanlar belli oldu, ilk 3 takım direk gruplara katılırken 4. lüğü garanti Arsenal ön eleme oynayacak. Değişen adı ve formatıyla eskinin UEFA Kupası, yeninin Avrupa Ligi'ne İngiltere'den 3 takım gidiyor, 5. sıradaki takım, FA Cup galibi ve Carling Cup galibi. Carling Cup'ı Manchester United alınca ligde 6. sıranın önemi fazlasıyla arttı doğal olarak. Ve eğer FA Cup finalistleri Chelsea ve Everton lig konumlarıyla Avrupa bileti alırlarsa -ki Chelsea bahis dışıdır- lig sıralamasında 7.lik de Avrupa Ligi manasına gelecek.

Ayrıca Avrupa Ligi'ne Fair Play sıralamasına göre ayrılan 3 takımlık kontenjanı da unutmamak lazım. Uefa tam listeyi pazartesi yayınladı ve ilk 3 sırayı Norveç, Danimarka ve İskoçya aldı. Bu ülkelerin fazladan birer takımı da Avrupa Ligi'nde yer alacak. UEFA Respect Fair Play Ligi tam sıralamasına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

9 Mayıs 2009

Seçim

Şurada bahsetmiştik The Hammers'ın Tristan transferinden. Köprünün altından çok sular aktı ama Tristan o günkü azimli duruşundan pek birşey kaybetmemiş olacak ki sonunda kendini kanıtlamaya başladı. Uzun bir dönem kondisyon sorunuyla uğraşıp bunu atlattıktan sonra takıma girmeye başlayarak sadece kendisini değil profesyonelliğini kanıtladı bana göre, ki zaten İngiltere Ligi'ni seçmesi başlı başına bir meydan okumaydı, şimdilik fena gitmiyor. Sezon sonu kontratı kapacak gibi. Son 3 maçta -ki bu maçlardan birisi 1-0 kaybettikleri Chelsea maçıdır- 2 gol atıp West Ham'a 4 puan getirince Zola'dan övgüyü aldı haklı olarak.
"Sanırım geleceği için oynuyor, ama daha önemlisi bundan zevk alıyor. Buraya ilk geldiğinde en büyük sorun kondisyonuydu, onun haricinde üst düzey bir forvet özellikleri taşıyor.
(Tristan'ın yaşıyla ilgili bir soruya) Ben 39 yaşına kadar oynadım. Eğer futbolcu kendine bakarsa sorun yok demektir."
David Di Michele ile beraber kulübün veteran yükünü sırtlıyorlar. Şimdilik kulüpte kalacak gibi görünse de sezon sonu medyamızın manşetlerinde yer alması da olası.

8 Mayıs 2009

Werder 10'suz Finalde

Hepimizin bildiği gibi Hamburg çeyrek finalde M.City'i, ondan önceki turda ise Galatasaray'ı eleyerek geldi yarı finale. Türk insanının genellikle böyle durumlarda arzusu, "Şampiyon takıma elendik" diyebilmektir. Eminim ki bu maçtan öncede bir çok Galatasaray taraftarı Hamburg'un finale çıkmasını ümit ediyordu.

Saraçoğlu yolundaki 2.maça Hamburg, deplasmanda aldığı 1-0'lık galibiyetin avantajıyla çıkmıştı. Üstelik erken bir gol de buldular ancak skoru koruyamayıp 3-2 kaybederek kupaya veda ettiler.

Ben bir Werder Bremen sever olarak mutlu olmuştum ancak, Diego'nun Alex Silva ile girdiği gereksiz tartışma sonucunda sarı kart görerek cezalı durumu düşmesi ve takımını finalde yanlız bırakması bir Diego manyağı olarak bana buruk bir sevinç yaşattı. Diego gibi bir oyuncuya yakışmayan sorumsuzca bir hareketti. Werder Bremen'in Uefa Şampiyonluğunu neredeyse imkansızlaştırdı. Gerçi Diego'nun sezon sonunda Werder Bremen'den ayrılacağını göz önünde bulunduran bazıları, Werder'in onsuzluğa alışması gerektiğini düşünebilir ancak Diego'yu son kez önemli bir maçta, kendi takımları için ter dökerken seyretmek isteyen Werder Bremen taraftarlarına yazık değil mi?

7 Mayıs 2009

İçimizdeki Katalanlar

Bu yazı içimizdeki Katalanlara, uzay futbolu severlere, pas-pas-pas, şuta ne gerek varcılara, müthiş konsantrasyonla yapılan kademeli defansın futbolu çirkinleştirdiğini düşünenlere, yıllardır aynı topu oynayan Iniesta'yı 1 ay önce farkeden populistlere, her takım Real Madrid ve Bayern Münih gibi sere serpe defans yapsıncılara, her maç 7-7 bitsincilere, işlerine gelince kaleyi bulan tek şutla kazanılan maçın sonunda 'ilahi adalet' naraları atanlara ve İngiliz futbolunun üstünlüğünü bir türlü kabul edemeyen tüm futbolseverlere ince bir sitemdir.


İyisiyle kötüsüyle heyecanın üst düzeyde olduğu bir Şampiyonlar Ligi yarı final mücadelesini geride bıraktık. Son zamanlarda mitleştirilmeye çalışılan Messi ve ayağa pasa dayalı hücumcu Barcelona ile deplasmanda defansif futbolunu dibine vuran ama evinde oyunun her iki yönünü de başarıyla oynayan çirkin Chelsea arasındaki bu müsabaka kazananı deplasmanda ilk kaleyi bulan şutunu 90+3'te Uzaylı Messî'nin pasını İniesta'nın ayağından gole çeviren Barcelona oldu. Iniesta demişken neredeydi bu passever güruh 3 senedir, bilemedim. 3 sezondur aynı topu oynuyor adam, Euro 2008 Şampiyonu İspanya'nın da Xavi'den sonra en önemli oyuncusu zaten ki Barcelona'da da bu durum aynı, moda futbola pek uygun bir terim değil ama başka açıklaması yok bu Iniesta çılgınlığının. Maça dönersek, çoğu kişinin de söylediği gibi erken bulunan golün çok yararı oldu Chelsea'ye maç boyu. Yaşadığı uzun sakatlıklar yüzünden modası geçmekte olan Essien'in de kendini hatırlatması açısından güzel bir enstantaneydi gol. Gol sonrası; çoğunluğu 1. ve 2. bölgelerde olmak üzere sürekli pas yapan ama sert savunmayı bir türlü aşamayan bir Barcelona izledik. Chelsea ise Nou Camp'dakinden çok farklıydı ve özellikle Drogba'yla çok etkili pozisyonlar buldu. Anelka'nın pası sonrası Pique'yi yere yatırdığı poziyonda bomboş Essien'i görse maçı orda bitirmişti Drogba. Pozisyon harcamaktaki hoyratlıklarının başlarına bela olabileceğini eminim Hiddink de düşünmüştür son dakikalara doğru. 90+2 dakikalık konsantrasyonun bir anlığına bozulması ve Essien'in büyük hatasıyla her şey hüsrana dönüştü Chelsea için. İniesta'nın o mükemmel şutunu eski Cech kurtardı belki ama kasklı Cech'in o topu çıkaramaması çok şaşırtmadı bizi. İki taraf için de hakettiler geyiklerine girmek manasız olur. Manchester United için sonuna kadar söylenebilir bu ama bu iki takım arasında o derece bir fark yok. İngiliz Futbolu'nun derin analizi başka bir yazıya kaldı artık. Burdan son sözüm Daniel Alves'e; Sabri'yle girdiğin uzayın en iyi sağ beki olma mücadelesini hiç bir zaman kazanamayacaksın, bunu bilesin.

5 Mayıs 2009

Nereden Baksan Tutarsızlık

Bir ligin en çok gol yiyen takımının kalecisi o ligin en iyi 2-3 kalecesinden biri olur mu? Pek akla yatmıyor ama olabiliyor işte. Bundesliga'nın en çok gol yiyen takımı, düşme potasının uzağında olmasına rağmen Hannover 96. Kaleci ise Fenerbahçe sağolsun yakından tanıdığımız Robert Enke. C.Z.J'yi saymazsak Mönchengladbach ile kariyerine ülkesinde başlayan Enke, şimdilerde Klinsmann sonrası Bayern Münih'de görevi devralan Jupp Heynckes sayesinde bir kaleci için çok genç yaşta, daha 22'sinde ülke dışına Benfica'ya transfer oluyor. 3 senelik Portekiz macerasında sürekli hoca değişimi yaşayan Benfica'da taktığı pazubanda rağmen bir türlü bulamıyor kendini. 2002 yazı büyük kulüplerin transfer listesinde olunca atıyor kapağı Barcelona'ya . Kalesini Victor Valdez'e emanet edebilen bir takımın kaleci tercihleri konusundaki kararlarını çok da ciddiye almamak lazım aslında ya neyse. Koca sezon boyu 3-4 maça çıkabiliyor Enke. Aslında bir maç yüzünden başlamadan bitiyor bu macera. Novelda ile yapılan İspanya Kupası maçında alınan 3-2 lik mağlubiyet ve sonrasında Frank De Boer'un ona çok yüklenmesi, kariyerinin en kötü zamanındaki Louis van Gaal'in de vatandaşının bu çıkışına karşı tepkizliği derken gelişen tüm bu olaylar, hem Enke'nin Barcelona macerasını bitirirken hem de takımın ligi 6. sırada bitirmesine neden oluyordu.
Tek maçlık Fenerbahçe kariyeriyle ilgili söyleyecek bir şeyim yok pek. Enke'yi Enke yapan takım Hannover 96 ya gelelim asıl. Bu sezon takımdaki 5. yılını yaşayan Enke 2 sezondur takım kaptanlığı görevini de üstleniyor. Bu sezona kadar ligde çok az maç kaçıran Enke, bu sezon yaşadığı sakatlıkla takımını 10 maçlığına yalnız bıraktığında Hannover'in bu defansif anlayış ile o olmadan ne hallere düşeceğini, onun takım için ne denli önemli bir oyuncu olduğunu görmüş olduk. Tamam Fahrenhorst - Eggimann - Schulz üçlüsünden pek iyi bir ikili çıkmadı, Enke bile yeterli olmuyor diyelim ama Dieter Hecking'in de bu maç başına yenilen ortalama 2 golde bir suçu olmalı. Aachen döneminde de gol yemeyi seven bir hoca olduğunu biliyoruz. Hannover'e takıldık Enke'ye dönelim tekrardan. Bir kere; kaleciden ekstra kurtarışlar yapması isteniyorsa ondan iyisi çok az dünyada. Cepheden gelen top geyiği sıktı artık onu geçelim. Bire birde refleksleri çok kuvvetli. Ara sıra yediği kötü goller olabiliyordu ki bunu da azalttı gitgide. Kendisinin kazandırdığı maç sayısı çok, bu önemli. Tek başına direndiği maçlardan bir tanesi olan Bochum maçını izleyince geldi zaten aklıma bu Enke yazısı. Artık Hannover'den ayrılma vakti geldi gibi. Almanya dışına çıkarsa Milli Takım için şansı azalabilir. Kaleci sorunu yaşadığını dünya âlemin bildiği bir Bayern Münih, hazır başında eski hocası da varken olur mu diye düşünüyoruz ama Heynckes'in takımda kalma ihtimali pek olmadığı için dışarıdan gelecek bir hoca ona ne kadar sıcak bakar orası muamma. Bir de konuşulduğu gibi Van Gaal gelirse takımın başına Bonano'yu futbola döndürür de yine almaz Enke'yi. Yazıya başlarken hiç yoktu aklımda ama şimdi düşündüm de Galatasaray'a nasıl gider diye. Bizim dünyadan bihaber basınımız yüksek ihtimal onu hala o tek maçla Fenerbahçe'den gönderilen adam diye bildiğinden büyük tartışma konusu olur bu topraklarda. İki taraf için de hayırlı olmaz anlayacağınız. Çok uğraştık ama kıyak bir takım bulamadık burdan Enke'ye. İyisi sen kaptan olarak bitir kariyerini Enke. Tabii doymadıysan gol yemeye.

3 Mayıs 2009

Turkcell Süper Lig'in Yenileri

Bugün Bank Asya'da oynanan maçlar sonucunda Manisaspor ve Diyarbakırspor Turkcell Süper Lig'e çıkmayı garantiledi. Maçın berabere bitmesi halinde iki takım el ele Süper Lig'e yükselecekti ki beklenen oldu, 1-1 berabere kaldı iki takım. Sezon ortalarında 'Bank Asya'dan Kim Yükselir?' anketinin sonuçları yukarıda. Buradan da anlaşılabileceği gibi Diyarbakırspor büyük bir sürprize imza atmış. Ankete oy verenlerden sadece 5 kişi Diyarbakır'ın Süper Lig'e çıkabileceğini öngörmüş. O ankette dr sezon boyunca 50 seyirciye oynayan takımların yerini 'şehir' takımlarına bırakması gerektiğini söylemiştim. 2008/2009 sezonu itibariyle dileğim kısmen gerçekleşti, darısı diğer sezonlara.