25 Şubat 2009

Futbol Hakkındaki Acımasız Gerçekler no.1

(Bu bir yazı dizisi olacaktır).Futboldur , takibi için blog blog , kanal kanal , stadyum stadyum dolaştığımız...Arabamızı , sevgilimizi ve evimizi değiştiririz ama tuttuğumuz takımdan vazgeçmeyiz.Peki bizi bu denli kör eden , daha doğru bir tabirle kendine milyarlarca insanı bağlayan"futbol"nedir?Futbol aslında yeryüzünün en nankör sporudur.Milyonlarca futbolcu vardır ama biz bunların yalnızca gözönünde olanlarını görebiliyoruz.Gözönünde olan futbolcular alt liglerde oynayan oyunculara göre daha yetenekli oyuncular değillerdir sadece şansları yaver gitmiştir.Aksi halde Cihan Haspolatlı , Baki Mercimek , Serkan Çalık gibi isterseniz üzerine bin tane daha oyuncunun sayılabileceğimi rahatlıkla söylüyorum.Şunu da söylemek istiyorum . Türkiye'de alt liglerde şike , bahis , yöneticilerin para yemesi gibi pisliklerin olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim.Bulunduğumuz noktada İtalya'nın en büyük klubünün bile şikeden dolayı şampiyonluğu elden alınırken biz kimden ve neyden korkuyoruz !Türk futbol insanlarına gösterilen saygı ve değerde son derece azaldı bugüne baktığım zaman.Skibbe'nin ardından Bülent Korkmaz gelince ağız bükenler oldu.Bu insanları anlamak mümkün değil.Bugüne kadar Skibbe'yi eleştiren hiç bir yazım olmadı bu da futbola karşı olan saygımdan dolayıdır.Galatasaray Camiasını yakından tanıyan biri olduğumdan rahatlıkla söyleyebilirim ki takımda olmaması gereken biri varsa o da Adnan Sezgin'dir.Adnan Polat'ın da bulunduğu yeri ne kadar hakettiği meçhuldur.Galatasaray Spor Klübü mandacı zihniyetle yönetilmemeli.Galatasaray Klübü kökeni belli olan , kimin kurduğu nerde kurulduğu belli olan tek klüptür.Çok doldum söylemek istiyorum.Bülent Korkmaz Galatasaray Klübünün en büyük isimlerinden biridir.Bana göre ise en büyük ismidir.Bülent Korkmaz'ı eleştirmek , Real Madrid'in başına geçecek olan Raul'u eleştirmekten farksızdır.Eleştirmek herkesin temel hakkıdır ama neyi eletirdiğini bilmesi gerekir herkesin.

24 Şubat 2009

Skibbe, Bülent Korkmaz ve Arada Kaynayan Galatasaray

Ligin ikinci yarısı itibariyle puan toplamakta zorluk çeken Hoffenheim ve Bayern Münih'ten bahsetmiştik şu postta. Halbuki gözümüzün önündeki örneği görememişiz. Sene başından beri en güçlü şampiyonluk adayı olarak gösterilen Galatasaray, ligin ikinci yarısını kapsayan bir puan durumunda 17. sırada! Bunun faturasını yönetim Skibbe'ye kesti, ve yerine Bülent Korkmaz'ı getirdi. Peki yönetimin bu iki hamlesini başarılı olarak değerlendirmek mümkün müdür?
Sene başında Ali Sami Yen'deki çoğu maçı staddan izlemiş biri olarak söylüyorum ki, Galatasaray hiçbir maça baskılı ve planlı bir oyunla başlayamıyordu. Fakat ilk yarıda genelde bireysel yeteneklerle atılan bir gol sonucu moral olarak coşan futbolcular, rakibini mağlup etmekte zorlanmıyordu. Golden sonra kurulan baskıya rağmen kalede görülen pozisyonların gole dönüşmesini çoğu zaman rakip forvetlerin beceriksizliğini engelliyor, Galatasaray'ın farkı açması zor olmuyordu. Denizlispor, Trabzonspor, Gaziantepspor, BŞB, Beşiktaş maçları hep yukarıda belirttiğim gibi gelişmişti.

Kocaelispor maçı bu tablonun patladığı maç oldu. Galatasaray ilk golü bulmasına rağmen takım savunması öyle basit hatalar yaptı ki, lig sonuncusunun Ali Sami Yen'de 5 gollü bir mağlubiyet alması zor olmadı.
Kısaca Galatasaray, sene başından beri UEFA Kupası maçları dışında 'güzel' bir oyun ortaya koyamıyordu. Her ne kadar Skibbe'nin uzun vadede Galatasaray'a yararlı bir teknik direktör olabileceğini düşünsem de, kendi evinde lig sonuncusundan 5 yemek dünyanın bir çok yerinde istifa anlamına geliyor. Türkiye'de de durum farklı olmadı ve Skibbe 23 Şubat itibariyle Galatasaray'dan ayrıldı. Birkaç saat geçmeden büyük kaptan Bülent Korkmaz Galatasaray'ın başına getirildi.
Bana göre böyle bir zamanda yapılabilecek en faydalı hamleyi yaptı Galatasaray yönetimi. Takımı ve ligi tanıyan, Galatasaray formasının anlamını tüm takıma anlatabilecek ve motivasyon yeteneği kuvvetli bir adam Bülent Korkmaz. Eğer Galatasaray yönetimi sabrederse, takım savunmasını da kendine getirebileceğine inanıyorum. 'İkinci bir Guardiola olur mu' sorularının cevabını bulabilmek için, öncelikle Bordeaux maçını sağ salim atlatmak gerekiyor. Aksi takdirde, henüz çiçeği burnunda teknik direktöre önyargıyla yaklaşmak, olası bir Guardiola'yı da başlamadan bitirebilir.

21 Şubat 2009

4 Maçta 1 Puan

Bundesliga'da birinci devre tamamlandığında otoritelerin çoğu tarafından şampiyonluk için favori gösterillen iki takım vardı: Hoffenheim ve Bayern Münih. Fakat rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ikinci devre, bu iki takıma da yaramadı. Bu iki takım, ikinci devrede oynadıkları son 4 maçta 1 puan toplayabildi.
Bayern Münih'ten başlayalım. Geçen hafta Hertha Berlin deplasmanındaydılar. Münih maça favori olarak çıkmıştı, fakat Voronin ve Drobny'nin başarılı performansı, Münih'in sahadan 2-1 yenik ayrılmasına neden oldu. Bu maçın acısını çıkarmak için çok uygun bir maç vardı önlerinde. Allianz Arena'da Köln'ü ağırlayacaklardı. Fakat bu maç da beklendiği gibi olmadı. Maçın her alanında (yedek kulübesinde bile) maçı daha çok isteyen Köln, 2-1'lik zaferle ayrıldı sahadan. Sezon sonunda Köln'e transfer olacak olan Podolski'nin sahada yer alması ise ilginç bir detaydı.

Hoffenheim cephesinde de işler beklendiği gibi gitmedi. İkinci yarının ilk maçında kendi evinde Leverkusen'e 4-1 mağlup olmuştu 'Köy Takımı'. Bugün çıktıkları Stuttgart deplasmanında ise beraberlik iyi bir sonuç olarak kabul edilebilirdi, nitekim beraberliği koparmayı da başardılar. 3-3'lük gol düellosuna daha çok sevinen taraf şüphesiz ki Ragnick'in ekibi oldu. Her ne kadar iki maçta da zor takımlarla karşılaşsa da, aldıkları toplam 1 puan şüphesiz ki taraftarlarını hayal kırıklığına uğrattı, özellikle ilk yarıdaki rüya performanstan sonra.
Zirvenin en güçlü iki adayının uğradığı bu puan kayıpları Hertha Berlin ve Hamburg'a yaramış durumda. Eğer bu avantajlarını iyi kullanabilirlerse, Bundesliga'yı şampiyon tamamlamamak için önlerinde hiçbir engel yok. Hele Bayern'in başında Klinsmann, kalesinde Rensing varken...

19 Şubat 2009

Şanssız Rekor

5 milyon Poundluk bonservis bedeliyle bir rekordu Hull City için Jimmy Bullard. Ara transferde Fulham'dan gelen İngiliz, yeni takımıyla çıktığı ilk maçta West Ham karşısında dizinden sakatlanarak sezonu kapattı. Aslında bu sakatlığı yaşayalı 20 gün oldu ama artroskopiydi, Amerika'ya gidiş gelişti derken bugün açıklandı sezonu kapattığı. Yüksek oyun görüşüne sahip, yaratıcılık anlamında Hull ortasahasına çok şeyler katabilecek bir adamdı Bullard. Hull City'nin ona 37 dakikadan daha çok ihtiyacı vardı. Orta sahanın tüm yükü kaldı yine emektar Ian Ashbee ile Dean Marney'nin üstüne...

17 Şubat 2009

Dudu is Back

23.02.08 tarihinin üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Olağan bir Premier Lig maçı oynanacaktı o gün St. Andrews'de. Birmingham City, Arsenal'i ağırlıyordu. Emanuel Adebayor'un partneri Eduardo da Silva'ydı. Arsenal'in 7.5 milyon Euro'ya Dinamo Zagreb'den renklerine bağladığı 25 yaşındaki "bitirici" forvet Eduardo da Silva uyum sorununu erken atlatmıştı. 31 maçta 12 gol 8 asist gibi etkileyici bir istatisteğe sahipti. Zorlu mücadelede daha 3 dakika geçmemişti ki "Birmingham Kasabı" Martin Taylor çıkageldi. Çok da gerekli olmayan sert bir müdahele ile Eduardo'nun ayağını kırdı, tabii buna kırmak denirse. Eduardo'nun ayağı görüp görülebilecek en kötü durumlardan birindeydi. Kemik kendini dışarı atmıştı resmen.
Eduardo'nun kendine gelmesi 1 yıl sürdü. Geçen hafta Hırvatistan formasıyla sahne alan Eduardo, Arsenal formasıyla bu sezonki ilk maçına da dün FA Cup mücadelesinde Cardiff City karşısında çıktı. Arsenal'in Cardiff'i 4-0 gibi net skorla geçtiği karşılaşmada 1 penaltı olmak üzere 2 gol Eduardo'dan geldi. Vela soldan ortayı açtığında Emirates ahalisini büyük bir heyecan kaplamıştı. Edu'nun kafası sonrası gelen goldeki sevinç görülmeye değerdi. 1 yıl önceki olayda Eduardo'nun yerine oyuna dahil olan Nicklas Bendtner bu sefer gol sevincini paylaşıyordu onun. İyi ki döndün be Dudu. Özlemişiz gollerini...

15 Şubat 2009

"Rudy Fernandez İspanya'dır", "One Minutes, Daha All-Star'a Gelmem."

David Stern ve ekibini NBA'de enternasyonelleşme felsefesi altında yaptığı işleri beğeniyor ve tebrik ediyorduk.Slam Dunk Contest'in uluslararası 4. katılımcısını belirlemek için başlatılan dünya çapındaki oylama gerçekten etkileyiciydi.Bir an için NBA yönetiminin asıl amacının reklam ve kazancın yanında basketbol oyununu yaygınlaştırmak olduğunu düşünmüştük ta ki dün geceye kadar... Cumartesi gecesinin tartışmasız en çok ilgi gören etkinliği olan smaç yarışmasında dün tam anlamıyla bir 'insanlık ayıbı' yaşandı.Geçmiş senelerin jürilerinde Jordan, Drexler, Dr.J, Dominique Wilkins gibi muazzam smaççıları görmeye alışmıştık. O jürilerde de aslında bizi pek tatmin etmese de en azından bu seneki gibi çok bariz saçmalıklara neden olmadılar. Bu sene oldukça dar bir jüri vardı gecede. Sadece Phoenix efsanelerinden kurulu -Kevin Johnson, Dan Majerle, Larry Nance, Cedric Ceballos- olan bu grup tabiri caizse gecenin içine etti.İlk smaçlara baktığımızda Dwight Howard'ın yaptığı saçmasapan, amacından sapmış bir smaca 50 puan verip, Rudy'nin içinde fundamental ve atletikliğin harmanlandığı, elinin arkasından panyaya çok düzgün bırakılmış ve iyi bir takip gerektiren o smaca "42" puan vermesi gözle görülür bir kayırmadır. İki smaç arasındaki bariz farkın ilk kelimelerini söyleyen bir bebek tarafından bile farkedilebilecekken içinde 2 smaç şampiyonu, bir de Kevin Johnson bulunduran bir jüri tarafından farkedilmemesi imkansızdır. İkinci smacında Howard'ın show business ustalığına kimsenin bir lafı yoktur herhalde. Telefon kulübesi, potanın gelmesi vs... Fakat sen 2.12 boyunda ve smaç yarışmasına katılacak derecede atletik bir adamsan 15 cm daha yükseğe ulaşman bence kimseyi tatmin etmemeli. Sonuç: 50 puan.Tabi ki bu bir şov, eğlenmek önemli, bu tarz şeyler renk katar ama puanlamayı bu kadar etkileyebiliyorsa bu işte artık smaçlar değil soytarılık öne geçmiştir. Her şeyi bir yana bırakıp Rudy'nin o 2. muazzam smacı, Slam Dunk Contest tarihinin en iyi smaçlarından birinin yine onu sonunculuğa taşımasına baktığımızda artık birşeylerin ters gittiğini kesinlikle anladık. Gasol pası atamamak için elinden geleni yapsa da Rudy topu potanın arkasında yakalayıp havada yön değiştirerek smacını yaptı. Bu smaç 3 sene önce Iguodala'nın yaptığı 50 puan alan smaçtan çok daha zor ve estetik olmasına rağmen jüri yine devreye girdi. Dwight Howard şaklabanlık yaparak 100, Rudy tarih yazarak 84 puan aldı. J. R. Smith esamesinin bile okunmamasına rağmen 3. oldu, Nate Robinson her zamanki gibi kısa oluşunun verdiği güzel görüntüyle finale uzandı. Bana göre finale bakarsak Nate Dwight Howard'ın üzerinden yaptığı smaçla- her ne kadar diziyle destek alsada- Howard'ın çok beğenilen fakat 2 sene önce Gerald Green'in yaptığı smacın biraz daha uzaktan olanına karşı hakettiği birinciliği aldı. Olanlara baktığımızda finalde yapılan halk oylamasının ilk turda yapılmaması da bir tezgah gibi gözüküyor. İlk turda bunları yapan Rudy'nin finalde neler yapabileceğini de düşündüğümüzde saçımızı başımızı yolmamak için bir sebebimiz kalmıyor. Son yıllarda iyice cıvığı çıkan smaç yarışması bu son olaylarla artık iyice zıvanadan çıkmıştır.Rudy gönlümüzün şampiyonudur.Seneye David Stern LeBron'u ayarlamış olduğundan önümüzdeki sezonun All-Star tirajı sorununu da kafasından silmiştir.Her şeyin paraya ve reklama dayandığı bu spor dünyasındaki tek umut ışığmız olan All-Star haftasonunu da kaybetmek üzereyiz ne yazık ki...

Pinpon Maçı !

Dün Antalyaspor - Galatasaray karşılaşmasını izlerken deyim yerindeyse saçımı başımı yoldum. Antalyaspor'un attığı gole sözüm yok, güzel bir kontratak organizasyonu. Ancak golü yedikten sonra ne bu telaş Skibbe? Defansta topu her alan şişirmeye başladı. Futbolcular sanki ilerde Hakan Şükür'ü görür gibiydiler. Hakan abiniz yok artık. Hadi futbolcuları anladım geçmiş yılların alışkanlığı dedim. Ama Skibbe, ya anlamıyor bu işten, yada futbolcularına söz geçiremiyor. Antalyaspor defansının üzerine atılan her top duvara çarpar gibi geri dönüyor, üstüne üstlük kontratak tehlikesi yaratıyor ama Skibbe bu olaya müdehale etmiyor. Tek yapması gereken pas yapın çocuklar demesi ancak onu yapamıyor. Bizde böyle oyunu okumaktan aciz, (futbola) YABANCI teknik direktörümüz yüzünden maçın son 20dk. sının futbol maçımı yoksa pinpon maçı mı olduğunu anlayamıyoruz...

14 Şubat 2009

Sun-Cactus-Feast

Her basketbolseverin hayallerini süsleyen hatta Amerika ile olan saat farkı yüzünden bütün uyku düzenimizin bozulmasına sebep olan bir haftasonu... Şubat’ın ortasına gelen bu haftasonunda dışarıda soğuk bir hava varken içimizi ısıtan, sabahın ilk saatlerine kadar gözümüzü kırpmadan izlediğimiz, NBA organizasyonun düzenlediği müthiş bir şölen…
Geçen sene New Orleans’ta düzenlenen şöleni hatırlatarak başlamak istiyorum yazıma...

New Orleans 2008

Rookie-Sophomore

Açıkçası bu maçtan benim aklımda kalanlar ne smaçlar, ne de paslardı.. Bu maçta akılda kalan tek bir şey vardı oda Daniel Gibson‘un 11/20 üçlük isabetiyle 33 sayı kaydederek MVP olmayı başarmasıdır. (Aynı zamanda bu Rookie vs. Sophomore maçları tarihinin bir maçta en fazla 3 sayı atma rekorudur. Önceki rekor 7 üçlükle Kyle Korver’ a aitti.)

Allstar Cumartesi

Herkes bu konuda fikir birliğine varmıştır ki o gecenin en renkli ve en eğlenceli ismi Dwight ‘The Superman’ Howard olmuştu.. Önceki sene haksızca elendiği yarışmaya Superman peleriniyle damgasını vurmuştu ( Ama smacı vuramamıştı :P ) Dwight Howard demişken onun bir üst versiyonu Shaq'ın da ayakkabılarını unutmamak gerekir.
Üçlük yarışmasında ise önceki senede olduğu gibi Kapono zorlanmadan kazandı.. Asıl heyecan verici olan final turunda aldığı 25 puanla üçlük yarışması final turunda en fazla puan alan oyuncu rekorunu egale etmesi olmuştu. (Önceki rekor 1986’da Mark Price’ a aitti.)

Allstar Night

Dirk Nowitzki topu yavaşça aldı ve potanın altına geldi topu oyuna soktu. Fakat bir terslik var gibiydi suratında, o All-star coşkusu kalmamıştı... Neden mi? Sizin üzerinizden de 2.06 boyunda 122 kilo bir oyuncu smaç vursa emin olunki sizin de keyfiniz kaçardı… Kuşkusuz ne kadar bazıları tarafından sevilmese de (bu gruba ben de dahilim) Lebron geçen sene Allstar MVP’si olmayı fazlasıyla hak etti... Byron Scott'un geçen sene Chris Paul’e neden fazla süre verdiğine kızanların ise bu seneki All-Star'da Phil Jackson‘un onu hiç oturtmadan oynatmasını isteyeceklerinden eminim..


Phoenix 2009

Geçen seneye bir göz attıktan sonra bu seneki All-Star’daki tahminlerime geçiyorum. (Bu yazı bir kanıt oluşturacağından dolayı tahminlerimde duygusal olmak yerine mantıklı olmayı seçiyorum :) )

Rookie-Sophomore

Yazarın Tahmini

Kazanan: ÇAYLAKLAR
Mvp: O.J. Mayo


Bu organizasyon düzenlendiğinden beri çaylakların hiç kazanamadığını göz önünde bulundurursak ikinci yılını geçiren oyuncular bu yıl da favori. Bir gerçek var ki, çaylaklar bu sene de kazanamaz ise bir daha asla kazanamaz. Çaylaklarda iki İspanyol oyuncunun bulunması ise İspanya'nın yeni jenerasyonunun ne kadar iyi olduğunun bir kanıtı. Smaç yarışmasında izleyeceğimiz Rudy’nin bu maçtaki performansı ise dikkat edilmesi gerekenler arasında. Çaylaklar için asıl önemli performans ise bence O.J. Mayo’nunki olacaktır. Lisede sorunlu bir öğrenci olmasına rağmen NBA’de Memphis takımında aldığı sürelerle sürdürdüğü gelişimini bu maçta en üst seviyete çıkarmak isteyecektir. İkinci yıl oyuncularında ise Kevin Durant’ın performansı belirleyici olacaktır.

Allstar Cumartesi

Her zamanki gibi yetenek yarışması bizim için bir ısınma turu olucak gibi gözüküyor bu sene de. Jameer'in sakatlığı öncesinde favori olarak görülen Parker’ın tek rakibi Jameer’in yokluğunda yarışacak olan Mo Williams olacak gibi duruyor.
Bence bu gecenin tek tartışılmayacak konusu Kapono olacaktır. Bu sene de kazanırsa bu yarışmanın gelmiş geçmiş en başarılı oyuncularından biri olduğunu herkese kanıtlamış olacak ve bunun için elinden geleni yapacaktır.. Tek dezavantajı geçen senelerde Peja’nın yaşadığı 3. senesinde şampiyon olma stresi olacaktır. [Üçlük yarışması tarihinde bunu başaran sadece 2 oyuncu var: Larry Bird (1986-88), and Craig Hodges (1990-92).] Eğer Kapono bu sene de kazanacak olursa adını bu iki oyuncunun yanında NBA tarihine yazdırmış olacak.

İşte bu yarışma da bittikten sonra gecenin en beklenti dolu en heyecanlı en sürpriz bölümüne geldik... Bu sene hiçbir oyuncu videosunu Youtube da yayınlamadı… Hiçbirinin ne yapacağı konusunda bir fikrimiz yok.. Evimizde ‘10’ numaralı kartonlarımızı hazırlamaktan başka bir şey yapamayız bu durumda. Smaç yarışmasında aslında üç oyuncuyu daha önceden izledik. Hatta iki oyuncunun bu yarışmayı kazandığına tanıklık ettik. (Nate Robinson'unki ne kadar ‘şike’ ile olsa da..) Bu yüzden ne yapabildikleri hakkında biraz bilgimiz var. Bunların içinde tek izlemediğimiz oyuncu ise ‘Beyazların Gururu’ İspanyol Rudy Fernandez.. Bu dört oyuncuyu teker teker incelemek gerekirse:

Dwight Howard : Geçen senenin gönüllerimizde taht bırakan o neşeli adamı bu sene ne yapacak açıkçası en merak edilen konu. Geçen seneki yarışmalarda aklımızda kalan smaçları ise 3 metre 60 cm‘ye yapıştırdığı etiket smacı ve unutulmazlar arasına giren Superman smacı.

Nate Robinson : Smaç yarışmasının Spud Webb'den (1.70 m) sonra en kısa şampiyonu kendisi. Boyunun verdiği estetik görünüm avantajını Andre Iguodala‘ya karşı çok iyi kullanmıştı. Bir smacını 17. denemesinde yaptığınıda göz önünde bulundurursak bu iki dakikalık sınırlama en çok onu zorlayacak gibi gözüküyor. Aklımızda kalan en iyi smacı ise Spud Webb forması ile formasını giydiği oyuncunun üzerinden yaptığı smaçtı.

J.R. Smith : Rudy Gay'ın sakatlanmasından sonra yarışmaya dahil edildi. Bence katılması biz basketbol severler açısından çok daha iyi oldu. Onun maçlardaki uçuşlarına şahit olarak açıkçası bu yarışmada ne yapacağını merakla bekliyorum. 2005 yılında katıldığı yarışmada belki biraz heyecan belki de şanssızlıktan dolayı kötü bir performans sergilemişti. Akılda kalan en güzel smacı ise (bence smaç yarışması tarihinin en iyi 10 smacı arasına girer) havada topu belinin arkasından geçirip yaptığı smaçtı.

Rudy Fernandez : Olimpiyat tarihin en unutulmaz iki smacını söyleyin desem ilk sıraya Vince Carter’ı koyarsınız kesin. Peki ikinci sıraya kimi koyardınız ?? Howard’a sorsak bence Rudy’nin Pekin'deki smacı diyecektir (İronik bir smaç yarışması değil mi?). Bu yarışmada bir sürpriz yapar mı bilinmez ama o herkese artık beyazların da zıplayabildiğini gösteren nadir adamlardan bir (Brent Barry ile birlikte)...

Allstar Night

Yazarın Tahmini

Kazanan: BATI
Mvp: Chris Paul

Bu sene çok daha çekişmeli bir All-Star izlemeye hazır olun. Ne kadar biz rakip değiliz deseler de son yıllardaki Kobe-Lebron çekişmesi bu sene daha da alevlendi ve bu All-Star'a da yansıyacaktır. Fakat su götürmez tek gerçek varki All-Star (geçen sene maalesef gördüğümüz gibi) o koca adamsız olmuyor. Shaq All-Star’a çok farklı bir anlam çok farklı neşe katıyor.. Gerek giydiği ayakkabıları gerekse bacak arası hareketleri, crossoverları yüzümüzde büyük bir gülümseme bırakıyor. Hiç kimse bu maçın sonucunu merak etmiyor, bu maçta kimin kaç sayı atacağı da önemli değil zaten.. Bu oyuncuların neler yapabildiklerini hepimiz biliyoruz.. Önemli olan bu kadar yıldızın aynı anda sahada olduğunu görmek ve bu durumdan büyük bir haz duymak…

TAKE YOUR SEAT, HAVE FUN!!!

ALPTUĞ ATASOY

Bitsin Artık Bu Galatasaray Düşmanlığı !!

Bildiğimiz gibi son günlerde Galatasaray Yönetimi ile Federasyon arasında bitmek bilmeyen bir gerilim var. Galatasaray Yönetimi Lincoln'ün gördüğü ikinci kartta kural hatası olduğunu iddaa ediyor. Hızlı oyuna başlayan futbolcunun top oyuna girdikten sonra topu kesmesinde herhangi bir faul yok, kart ise hiç yok. Galatasaray Yönetimi bu duruma haklı olarak itiraz ettiğinde Federasyon daha itirazı incelemeden önyargı ile maçta kural hatası yok açıklamasını yapıyor.
Hadi bunu Federasyonun inadı olarak değerlendiriyorum sineye çekiyorum. Spor yazarlarımıza ne demeli? Galatasaray Yönetimi yenilginin faturasını hakeme kesmek istiyormuş. Önünüzde kural kitabı duruyor be kardeşim! Lincoln'ün atılmasının maçın gidişatını değiştirmeyeceğini, Galatasaray'ın zaten maçı haketmediğini söyleseler de, Lincoln oynasaydı maçın sonucunun ne olacağını hepsi çok iyi bilseler de, sadece Galatasaray'ı karalamak amacıyla saçmalayıp, Federasyon yalakalığı yapmaktan kendilerini alamayıp sürekli Adnan Polat'ı eleştirip duruyorlar.
Özhan Canaydın'ın aşırı efendiliğine alıştıkları için Adnan Polat'ın tepkisini biraz garipsiyorlar ama yıllardır Aziz Yıldırım; hakarete varan açıklamalar yaparken, her maçtan sonra hakemlere nerdeyse söverken nerdeydiniz?

13 Şubat 2009

Aman Dikkat Miller

2009'un ilk Old Firm'ine yalnızca 2 gün kaldı. Bu derbinin son yıllardaki durumuna bakarsak oynanan 3 maçtan 2'sinin ev sahibi galibiyetiyle bittiğini diğer maçın ise beraberlikten çok deplasman takımına yakın olduğunu görüyoruz. Bu maçta da ev sahibi konumundaki Celtic avantajlı gözüken taraf konumunda.
Rangers cephesinde durumlar eskiye göre biraz farklı. Walter Smith daha önceki maçlara göre özgüveni daha yüksek bir şekilde gelecek Celtic Park'a. Bunda yazın Celtic Park'ta aldıkları 2-4'lük maçın ve ligde çıktığı 22 maçta 20 gol atarak kalitesini biraz geç de olsa kanıtlayan Kris Boyd'un etkisi büyük. Aralarında sadece iki puanlık fark olmasından dolayı bir galibiyetle liderliği de ele geçirecek olmaları takım için büyük bir motivasyon kaynağı. Boyd ve Miller ikilisini beraber oynatıp oynatmamaya hala karar verememiş olan Smith'in yapacağı tercih maç sonrası çok konuşulacak. Smith'in çok eskilere gitmesine gerek yok karar vermek için, 5,5 ay önce Celtic Park'ta oynanan ofansif oyunun karşılığında alınan 2-4 lük skoru hatırlaması yeterli olacaktır. 2-4 lük o maç Celtic için büyük önem arz ediyor. O hezimetin ardından Rangers'ı Ibrox'da devirmek bile tatmin etmedi onları. Celtic Park'ta olmuş olayın intikamı yine orada alınır diye düşünmekteler. Milli takımda yaptıklarıyla "Ruh Hastası" sıfatını fazlasıyla hakeden yetenekli olduğu kadar arıza kaleci Artur Boruc'un genç İrlandalı Aiden McGeady ile olan kavgası şu an için en büyük sorun Celtic'te ama olay tatlıya bağlandı sayılır. Samaras-McDonald ikilisinden biri gününde olursa maçı erken koparabilir Celtic.

Bu arada unutmadan Old Firm'de görmeye alışmadığımız iki tarafta da oynama olayını abartan eski Celticli ondan da eski Glasgowlu Kenny Miller'ın 2-4 lük maçta attığı 2 golü hala unutmamıştır kaptan McManus benden söylemesi. Aman kendine dikkat et Miller, kaptanın işi belli olmaz. 1 ay sonra Hampden Park'taki Lig Kupası Finali'nde -eğer sakat olmazsan- görüşmek üzere...

Euro 2016'ya İlk Rakip

Fransa Futbol Federasyonu Başkanı Jean-Pierre Escalettes, L'equipe gazetesine yaptığı açıklamada Fransa'nın Euro 2016'ya adaylığını koyacağını belirtmiş. Fransa'nın organizasyonu İtalya'yla ortaklaşa üstleneceği söylentilerine ise sert bir dille yanıt vermiş başkan: "Tek başımıza adayız, ve kazanacağız."
Birkaç gün önce Türkiye Futbol Federasyonu da, Euro 2016'yı düzenlemeye aday olduğunu belirtmişti. Her ne kadar Fransa gibi birkaç dişli rakiple baş etmek zor gözükse de, Yunanistan ile yapılacak bir ortaklığı UEFA'nın karşılıksız bırakacağını zannetmiyorum. Böylece Ermenistan örneğinde olduğu gibi iki ülke arasındaki dostluk açısından önemli adımlar atılmış olur.
Turnuvanın burada düzenlendiğini sadece hayal etmek bile müthiş bir duygu, ya gerçek olursa?..

Bank Asya'dan Süper Lig'e?

12 Şubat 2009

Açılışa 25 Kala!





Kayseri Kadir Has Stadyumu'nda artık son aşamaya gelindi. Stada Edirne'den getirilen çimler yerleştiriliyor. Suni değil doğal çim belirtelim. Stadın 8 Mart'taki Fenerbahçe maçıyla birlikte açılması planlanıyor.
10 sene sonrasının Turkcell Süper Lig'ini hayal ediyorum. Anadolu'nun tüm stadları alttan ısıtmalı, artık zemin şartları bir etken olmaktan çıkmış, hakemler zaten kalitesini ispatlamış... EURO 2016'ya ise başarıyla evsahipliği yapılmış... Acaba hayal mı kuruyorum?

Not : Fotoğraflar aslantepe.biz'den.

'Güzel Gol' Roma


Roma - Genoa 3-0 Commento Carlo Zampa - The best bloopers are a click away

Baptista'nın güzel gollerine alışmıştık son zamanlarda. Arkadaşları da ona ayak uydurunca; Rijkaard zamanınındaki Barcelona'nın 'gol güzel değilse bizden değildir' mantelitesiyle oynadığı zamanları hatırlatır oldu Roma. İlk golü atan Cicinho'nun her ne kadar hücüma çıkmayı sevse de özünde bir sağ bek oyuncusu olduğunu düşününce takımın nasıl bir hücüm anlayışı olduğunu anlıyoruz. Bu denli hücüm düşünen bir takımın böyle güzel goller atması da enteresan olmuyor. İkinci golde Vucinic'in vuruşu müthiş, topun gelişine öyle bir vuruş yapmak her babayiğidin harcı değil. Ferguson bir dönem kendisiyle ilgilenmişti ama Berbatov'u görünce unutmuşa benziyor Mirko'yu. Manchester için çok iyi transfer olabilir. Tevez giderse rota tekrar ona dönebilir. Üçüncü gol için yorum yok. Biz onu beğenmedikçe devam ediyor güzel gollere Baptista. Bu senelik hakkı doldu gibi geliyor artık. Olur da bir daha yanıltırsa bizi, golü blogda yayınlamayan...

Hiddink ve Chelsea

Premier Lig'den Real Madrid'e

Transferin son günlerinde West Ham United'dan Julien Faubert ile anlaşmıştı Real Madrid. Real Madrid'in Premier Lig'den transfer ettiği 14. oyuncu oldu Faubert. Önceki 13'ünü araştırmış ve şöyle belirtmiş Sky Sports'tan Martin Tyler amcamız:

Oyuncu - Geldiği Kulüp - Tarih

Robert Jarni - Coventry - 15/8/98
Steve McManaman - Liverpool - 1/7/99
Nicolas Anelka - Arsenal - 2/8/99
David Beckham - Man Utd - 2/7/03
Michael Owen - Liverpool - 13/8/04
Jonathan Woodgate - Newcastle - 20/8/04
Thomas Gravesen - Everton - 14/1/05
Ruud van Nistelrooy - Man Utd- 28/7/06
Jose Reyes - Arsenal (loan)- 31/8/06
Jerzy Dudek - Liverpool - 20/7/07
Arjen Robben - Chelsea - 23/8/07
Gabriel Heinze - Man Utd - 23/8/07
Lassana Diarra - Portsmouth - 1/1/09


Listeye baktığımızda takıma gerçekten katkısı olmuş oyuncu sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini görüyoruz. McManaman, Nistelrooy, yeni yeni Robben ve yapacağı katkı henüz belli olmayan bir Diarra var elimizde. Onun dışında Real Madrid tarihinde iz bırakmış bir oyuncu görmek mümkün değil.
Faubert de genelin dışına çıkamayacak gibi gözüküyor. Zira oyuncunun Real Madrid'deki kredisi fazla değil. İki maç üst üste sergilediği başarısız performans onu kulübeye mahkum edecektir. Bu kurtlar sofrasında kendini göstermeyi başarırsa Faubert, gerçekten büyük bir işe imza atmış olacak. İşinin zorluğu da, zaten apaçık ortada...

Beckham Rekora Yetişti

AC Milan'a transferiyle kendisini Avrupa'ya adeta tekrar hatırlatan David Beckham, dün İngiltere'nin İspanya ile yaptığı hazırlık maçında ikinci yarıda oyuna girerek milli formayı 108. kez giymiş oldu. Böylece İngiltere formasını en çok giyen outfield (kaleci haricinde) oyuncu Bobby Moore'un rekorunu egale etmiş oldu. Steve Mclaren'de yaşadığı sorunlardan sonra, David Beckham'ın bu sayıya ulaşması zor gözüküyordu, hatta kendisi bile bu sayıya ulaşacağına inanmıyormuş: "96 veya 97. kez bile oynayacağımı düşünmüyordum, bu nedenle 108. kez bu formayı giymek, benim adıma çok özel" diyor Beckham. Son zamanlarda medyayı meşgul eden Milan'da kalma konusunda konuşmayı da ihmal etmiyor: "Milan'da kalmak istediğimi söylemiştim. Galaxy'de harika iki sene geçirdim, orada çok iyi insanlar tanıdım. Ama Milan'da futbol oynamaktan çok keyif alıyorum ve burada oynamaya devam etmek istiyorum".

Beckham'ın Galaxy'den Milan'a transferi için bir pürüz daha çıkmış durumda. MLS yetkilileri, Milan'ın Beckham'la ilgili kararını yarına kadar vermesi gerektiğini belirtiyor. Öyle görünüyor ki, Cuma günü bu transfer adına çok şey yaşanacak.
Son olarak hatırlatalım, İngiltere Milli Takımı'nın formasını en çok giyen isim 125 kez milli olan efsane kaleci Peter Shilton. Onun ardından ise şimdilik Beckham ve Moore geliyor. Bakalım Beckham kariyerinin sonbaharında 18 kez daha milli olup, İngiltere tarihine adını altın harflerle yazdırabilecek mi?

11 Şubat 2009

Chelsea'de Yeni Dönem

Son yıllarda dünya futboluna çok şeyler katmış bir çalıştırıcı Guus Hiddink. Arsene Wenger ile beraber öncelikli amaçları kazanmak değil futbola hizmet etmek olan teknik adamların başında geliyor. Futbolun dünyanın ücra köşelerinde seviliyor olmasında, oralara yayılmasında büyük pay sahibi. Avustralya ve Güney Kore gibi mütevazi takımlarla yakaladığı başarılar o ülkelerde futbola çok farklı bir boyut kattı. Her zaman takımın kalitesi ne olursa olsun oynattığı, en azından oynatmaya çalıştığı güzel futbolla futbolseverlerin gönlünde taht kurmuş bir insan. O aynı zamanda PSV Eindhoven'in bugünlere gelmesinde -son iki seneyi bir kenara bırakırsak- 1 numaralı faktör. Orada kurduğu altyapı sistemi, gençlere verdiği değer sadece PSV'yi değil son zamanlarda fabrika özelliğini kaybetmekte olan Hollanda futbolunu da bir seviye yukarı taşıdı. Kısacası Gus Hiddink bulunduğu her ortama değer katan, pozitif anlamda etkileyen, gönüllerimizin şampiyonlarını yaratan adam. Gelgelelim Chelsea acaba Hiddink'e uygun mu?

Petrol kralı Roman Abrahamovic'in takımı satın almasından sonra komple yeniden yapılanmaya gitti Chelsea. Dünya kulüpleri arasında en spekteküler olanı belki de. Yapılan göz kamaştırıcı transferler, bunca imkana rağmen yok denecek kadar silik bir altyapı-eski Chelsea altyapısına göre çok daha kötü-, yıllardır oynanan uzun topa dayalı itici futbol, oyuncu kazanmaktan fazla oyuncu harcama kapasitesi, bugüne kadar yakaladığı başarıları güzel futbol yerine çalıştırıcı kim olursa olsun tercih edilen sonuca gitme kabiliyeti ile elde etmiş, uzun lafın kısası futbolun hizmetkarı değil paranın esiri olmuş bir kulüp Chelsea. Belki de Gus Hiddink'e gelmeden önce dünyada en antipatik bulduğunuz kulüp hangisi sorusuna birçoğumuzun düşünmeden vereceği cevap Chelsea. Mantelite olarak birbirine bu kadar ters iki ters varlığın bir araya gelmesi ne kadar doğru bilemiyorum ama bu birliktelikten tek bir dileğim var: Gus Hiddink Chelsea'ye değil, Chelsea Gus Hiddink'e benzesin...

Gider Diye Buna Denir

Olay ne zaman olmuş bilmiyorum ama Gerrard'a dokunduğu kesin. Oynatalım Uğurcum!

9 Şubat 2009

Scolari Kovuldu!

Sezona yaptıkları muhteşem başlangıca rağmen, derbilerdeki başarısız performansı ve form düşüklüğü ile puan durumunda 3.lüğe kadar gerilemişti Chelsea. Cumartesi günkü 0-0'lık Hull City beraberliği bardağı taşıran son damla oldu. Abrahamovic, belki de tarihin en başarılı milli takım hocasını Chelsea'den kovdu.
Yeni teknik direktör gelene kadar takımın başında yardımcı teknik direktör Ray Wilkins olacak. Gelecek olan teknik direktörle ilgili tahminler ise şimdiden başladı. Guus Hiddink ve Avram Grant isimleri öne çıkıyor Ada basınında. Böyle bir gelişme bekleniyordu, fakat bu kadar erken olması herkesi şaşırttı diyebiliriz. Böylece, Chelsea iki sezondur sezon ortasında teknik direktörünü kovarak başarısızlığa tahammülü olmadığını kanıtlamış oldu.

Bir başka haber ise Portsmouth'tan... Takımın başına gelişini şu postta duyurduğumuz Tony Adams, alınan başarısız sonuçlar sonrası kovuldu. Tony Adams'ın takımın başına geldiği gün yayınladığımız postta şöyle demişiz:
Bu açıklamalara paralel olarak da, Tony Adams da ne kadar mutlu olduğunu, Redknapp'ın izinden gitmenin ne kadar zor olduğunu anlatan bir demeç vermiş basına. Bu demecin şöyle bir kısmı var ki, bana oldukça eğlenceli geldi: "Dün akşam bana birkaç tavsiye vermesi için Arsene Wenger'i aradım. Bana 'Kurtlar Sofrası'na hoşgeldin.' dedi."
Ne diyelim, Wenger eski öğrencisiyle ilgili bazı şeyleri çoktan biliyormuş galiba...

The Curios Case of United

Premier Lig'in ilk birkaç maçı oynadığında, ben de dahil olmak üzere birçok kişinin favorisi Chelsea idi. İlk maçlarda özellikle deplasman maçlarında ortaya koyduğu performans ve pozitif futbol, bu sene 'Big Four'un en iddialı takımı olduğunu göstermişti.
Haftalar geçtikçe formu gittikçe düşen Chelsea, yerini Gerrard ve Torres'le belki de yıllar sonra tarafatarını lig şampiyonluğu için heyecanlandıran Liverpool'a bıraktı. Futbolla ilgilenenlerin neredeyse yarısının sempati duyduğu Liverpool, ligi şampiyon bitireceğine dair inancı tam arttırmıştı ki, onları en üst sıradan indirecek 'Kara Ocak' yaşandı. Ocak ayında oynadığı 3 maçta 3 puan toplayabilen Liverpool, ümitlerini şimdilik gelecek aylara bıraktı.
İşte bu puan kayıplarından yararlanan takım, Fergie'nin Manchester United'ı oldu. Zaten öyle bir form grafiği var ki Kırmızı Şeytanlar'ın, zirvenin sahibi olmamaları büyük sürpriz olurdu. Öncelikle şu istatistiği verelim, Manchester United ligde 13 maçtır gol yemiyor! Vidic, Ferdinand ve Van der Sar üçlüsü, Evra gibi dünyanın en iyi sol bekiyle desteklenince bir takımın az gol yemesini bekleyebilirsiniz, fakat 13 maçlık bir seri, özellikle Premier Lig gibi bir ligde tek kelimeyle inanılmaz.
Bu 13 maçtan 11'ini kazanan United'ın ilginç bir özelliği de, bu maçların 8'ini 1-0'lık skorlarla kazanmış olması. Özellikle deplasman maçlarında kalesini gole kapatıp, attığı tek golle sonuca giden United'ın hücum gücü geçen seneye göre kesinlikle düşmüş olsa da, bu onları puan olarak etkilemiyor. Zira geçen seneye göre iyice kaynaşmış ve birbirini tanıyan oyuncular var defans hattında.
Bu defansif performansı sürdürürse, United'ın Premier Lig'i alması kimseyi şaşırtmaz, fakat Şampiyonlar Ligi'nde attıkları o '1' golü o kadar kolay bulamayabilirler. Fakat biraz daha artmış bir ofansif performansla, 2 senede 2. dublesini izleyebiliriz Manchester'ın. E Fergie'ye de böyle bir veda yakışırdı zaten...

8 Şubat 2009

Turkcell Süper Lig - 19. Hafta

Turkcell Süper Lig adına oldukça önemli bir haftaydı 19. hafta. Zirvedeki iki Anadolu takımı, en yakın takipçileri Galatasaray'la olan puan farkını 4'e çıkarırken, düşme hattında dipteki dörtlünün bir üstündeki Antalyaspor'la olan puan farkı da 4'ü buldu. Yani düşenlerle zirvedekilerin biraz daha netleştiği bir hafta oldu 19. hafta. Tabii ki bunda uzun süredir olmadığı kadar etkili ve yanlış hakem kararlarının da payı vardı. Ne olursa olsun, sezonun bitiminde birçok takımın ligdeki yerlerinde büyük etkisi olacak bu hafta oynanan maçların, ve tabi ki hakemlerin...
Haftayı anlatmaya hakem hatalarıyla başlamak lazım. Cumartesi akşamı Galatasaray-Kayserispor maçını staddan izledim. Zaten Lincoln'ün kırmızı kartı ile ilgili yeterince konuşuldu. Kırmızı kart hatalı. Bunun dışında televizyondan izleyenlerin görmemiş olabileceği birkaç detaya dikkat çekmek istiyorum. Maçın son dakikasında, maç 1-1 devam ederken, Galatasaray ceza sahasında top Emre Aşık'ın eline çarptı, Kayserisporlu oyuncular doğal olarak penaltı bekledi. Yardımcı hakem bayrağını tam kaldırmak üzereydi ki, artık onu ne engellediyse kaldırmak üzere olduğu bayrağı yarı yolda indirdi. Tahmin ediyorum, televizyondan izleyenler bunu görmemişlerdir. Özellikle bu hareket, hakemlerimizin taraflı değil, sadece çok kötü olduğunu gösteriyor. Selçuk Dereli'nin 70. dakikalarda adeta Cangele'yle inatlaşırcasına hiçbir düşmesine faul çalmamasını ve birkaç dakika sonra da onu sarı kartla cezalandırması örnek gösterilebilir. Cangele'ye yapılan birkaç hareket çok net faul olmasına rağmen, Dereli bunları adeta inada bindirerek çalmadı.
Kayserispor'a gelince, takımın gol yollarında sıkıntı yaşadığı gün gibi aşikardı. 10 kişi kalan Galatasaray'a karşı bile tek bir net pozisyon bulamadılar. Maçın 60 dakikasını Galatasaray'ın yarı sahasında oynasalar da, gol yollarında etkili olmakta oldukça zorlanıyorlar. Bu seneyi bulundukları yerin üstünde tamamlamaları açıkçası büyük bir sürpiz olur.

Büyükşehir Belediye-Fenerbahçe maçında da aynı senaryo yaşandı. Maçta atılan 2 gol de ofsaytten atıldı. Maçı izlemediğim için hakkında konuşmam yanlış olur, fakat bu maçın skoruna da hakem direkt etki ederek, düşme hattına ve şampiyonluk yarışının rengini değiştirdi.
Sivasspor, Kocaeli'ye karşı beklendiği gibi zorlanmadan kazandı. Kamanan attığı golde doğru zamanda doğru yerdeydi. Kaliteli bir transfer olduğunu çoktan belli etmişti. Takıma bu katkısı devam ederse, Mehmet Yıldız'a olan bağlılığın biraz azalacağını düşünüyorum.

Hacettepe, mutlak kazanmak zorunda olduğu maçta Eskişehirspor'la 2-2 berabere kaldı. Batuhan'ın 87. dakikadaki golü, takımına 1 puanı getirdi. Eskişehirspor taraftarı ile Batuhan arasındaki ilişki ise gün geçtikçe iyileşiyor. Her gol sevincini doğrudan tribünlerle paylaşan Batuhan'ın bonservisini sene sonunda Eskişehir'in alması sürpriz olmaz.

Bir diğer zirve takipçisi Beşiktaş, iki rakibinin puan kaybettiği bu haftayı değerlendiremedi ve Konya deplasmanında 2 puan kaybetti. İzlediğim kadarıyla Ernst iyi bir performans ortaya koysa da, Beşiktaş'ın oynadığı oyun umut vermiyordu.
Haftanın diğer maçlarında ise, Gaziantepspor üst sıralardaki önemli rakibi Ankaraspor'u 2-0 mağlup etti. Düşme hattını çok yakından ilgilendiren Antalyaspor-Denizlispor maçında ise gülen taraf Antalyaspor oldu. Son olarak Gençlerbirliği deplasmanına giden Ertuğrul Sağlam önderliğindeki Bursaspor, Gençlerbirliği'ni 2-1 mağlup ederek rakibine büyük bir hasar vermiş oldu. 19 Mayıs'ın suni çim zemininde ev sahibi takımların neden puan kazanamadığını ise başka bir yazıda tartışalım.
Önemli maçlardan çıkan sürpriz sonuçlar ve inanılmaz hakem hataları bu haftayı unutulmaz hale getirdi. İddia ediyorum ki, sene sonunda canı yanan takımlar, bu haftada aldığı sonuçları öfke ve hüzün ile anacaktır. Herşeye rağmen, Turkcell Süper Lig, hiç bitmesin!

Benjamin Button vs Slumdog Millionaire

81. Oscar Ödülleri'ne sayılı günler kala en önemli dalların başında gelen en iyi film dalında iki film ön plana çıkıyor: 'The Curious Case of Benjamin Button' ve 'Slumdog Millionaire'. Bu iki aday dışında bir ihtimal sürpriz olur -bu biraz da benim işime geliyor çünkü henüz sadece ikisini izledim- dolayısıyla ben de bu iki filmi kısaca analiz etmek istedim.

Benjamin ButtonBrad Pitt ve yönetmen David Fincher merkezli değerlendirmek istiyorum. Bugüne kadar bildiğimiz iki tür Brad Pitt filmi vardır:
1) İzleyen bayanların salyalarını akıtan türden filmler
2) Yine izleyen bayanların salyalarını akıtan ama bunu yanında çarpıcı senaryosu ile kadın erkek ayırmadan herkesi etkileyen fimler.
Ne kadar usta bir oyuncu olduğunu tartışmak istemiyorum fakat bugüne kadar popülerliği ile ters orantılı olarak heykelciklerle arasının pek iyi olmadığı bir gerçek. Çünkü geriye baktığımızda oynadığı her kült filme 'bu bir Brad Pitt filmidir' etiketini tam anlamıyla koyamıyoruz. Zaten onu bugüne getiren filmlerin önemli bir kısmında David Fincher'ın imzası var (Se7en, Fight Club). Fincher da herkesin olduğu gibi benim de gözdem olan günümüz sinemasının en usta yönetmenlerinden fakat filmleri akademinin 'Best Picture' olarak nitelendirmediği, farklı bir deyişle gönlümüzün şampiyonları olan filmler. Genelde sağlam bir senaryo, ince elenip sık dokunmuş, gerilim ve kasvetin iç içe geçtiği yapıtlar. Ta ki Benjamin Button'a kadar... Bu filmin bana göre en önemli özelliği bu iki dev ismin de kendi tabularını yıktıkları, farklı bir deneyim yaşadıkları bir film olması. Brad Pitt'in performans oyunculuğuna bu filmle adım attığını düşünüyorum. Yeteneklerini fiziksel görüntüsünün yardımı olmadan -en azından filmin yarısına kadar- sergileyebildiği, ağırlığın tam anlamıyla kendisinde olduğu 'bir Brad Pitt filmi' diyebileceğimiz bir eser olması kuşkusuz Benjamin Button'ı daha izlenesi kılıyor. Fincher'ın da duyguların ve dramanın, senaryonun ve işleyişin önüne geçtiği bir denemesi olması özelliğiyle Pitt ve Fincher The Curious Case of Benjamin Button ile Oscar'a her zamankinden daha yakın. Bana göre filmin iki olumsuz yanı var: Birincisi akıcılığın üst seviyede olmaması, filmin bazı bölümlerinde izleyiciyi sıkabilir. İkincisi ise konunun filmin biraz önüne geçmesi.Bundan kastım çoğu insan filmi izlemeden bir adamın yaşlanacağı yerde gençleşmesi olayına odaklanıyor fakat böyle özgün bir fikrin önüne geçmek de bir film için zor olsa gerek. Scott Fitzgerald'ın hakkını vermek lazım.

Gelelim Trainspotting'ten tanıdığımız Danny Boyle'un Slumdog Millionaire'ine. Hayatı boyunca şansı yaver gitmeyen bir gencin ülkemizde 'Kim 500 Milyar İster?' olarak bildiğimiz 'Who Wants To Be A Millionaire?' adlı yarışmaya katılmasını konu alıyor. 'Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?' klişesini 'hayır, çok yaşayan bilir' şeklinde değiştirmeyi başaran çok başarılı, hatta boşverin resmiyeti dehşet güzel, harika bir film. Gerek soundtrackleri -ki emin olun bu soundtracklerin oscar almaması imkansız- gerek işleyiş olsun Hindistan'ın varoşlarında hissediyorsunuz kendinizi. Benjamin Button'a göre çok daha akıcı bir anlatıma sahip. Başrolde esas oğlan Malik'i canlandıran Dev Patel hiç de fena değil, hatta en iyi erkek oyuncu dalında BAFTA'ya aday oldu ama muhtemelen aday olarak kalacaktır, ve onun çocukluğundan beri aşkı olan Latika rolünde Freida Pinto yeni Aishwarya Rai olabilecek derecede güzel ve sempatik. Kurgunun çift zamanlı, hatta bazen üç zamanlı işlemesi, flashbacklerin bol olması film için bana göre çok büyük birer artı. Cinematograpy ve Film Editing dallarında heykelcikleri toplaması yüksek ihtimal. 10 dalda aday olmuş ve hepsini de alsa hakederek alır diyebileceğimiz herkesin izlemesi gereken harikulade bir film kısacası ve bunda en büyük pay kuşkusuz Danny Boyle'un.Bence en iyi film dalında Oscar'a uzanmak adına Benjamin Button'dan bir adım önde.Bakalım akademi nasıl düşünecek? Merakla bekliyoruz...

Yine Aynı Senaryo

Galatasaray yönetiminin Kayserispor maçı neticesinde yayımladığı 'Galatasaray Türkiye'dir' adlı bildirisini okudum bugün. MHK'ya ve hakem Selçuk Dereli'ye çok sert derecede tepki gösterilmiş. Evet, Selçuk Dereli maçı gerçekten katletti, verdiği kararlar maçın sonucunu direkt etkileyebilecek seviyede hatalıydı. Lafın kısası Galatasaray'ı 2 puandan men etti. Her Galatasaraylı normal ve haklı olarak sinirlecek, tepkisini gösterecektir ama bir kulüp yönetiminin bu kadar sert, aşağılayıcı bir açıklama yapmasını hiç doğru bulmadım. Kabul etsek de etmesek de hakem hataları Türkiye'de ne yazık ki çok daha fazla olmasına rağmen futbolun bir gerçeğidir.
Her maçta her takım aleyhinde yanlış kararlar verilebiliyor ülkemizde. Her kulübün aleyhinde olan her olayda bunu kasti yapılıyormuşçasına bizlere empoze etmeye çalışması bize hiçbir şey kazandırmıyor ve kazandırmayacak da.Bu tarz açıklamalar her kulüp tarafından yapılıyor kesinlikle sadece Galatasaray değil bu güncel bir örnek sadece. Yeri geldiğinde Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın da bu acınası davranışlarını görüyoruz. Hakemler saha içinde ister istemez futbolcu ve ya taraftarlardan etkilenerek yanlış kararlar verebiliyor ama bu onların hiçbir zaman kötü niyetli ve taraflı maç yönettiğini göstermez. Kulüplerin de bu yönde açıklamalar yapması son derece saygısızca ve seviyesizcedir. Yarın da Fenerbahçe az önce yediği ofsayt gole itiraz edecektir mesela ve yine olumlu anlamda hiçbir şey değişmeyecek; ortalık skandallara açılacak, federasyon baskı altında kalarak fonksiyonunu gitgide kaybedecektir. İşin aslı tüm yolsuzluğu yaratan futbol kulüpleri ve bu tarz açıklamalarıdır. Geriye baktığımızda her hakem bir dönem tepki görmüştür, bunun sebebi de en çok futbolculardır; şimdi bu açıklamayı yapan Galatasaray takımının geçmişte futbolcularına baktığımızda hakem üzerine en çok oynayanları barındırdığını da görürüz: Hagi, Bülent,Hasan Şaş, Emre Aşık ve daha fazlası...Yönetim önce kendine bakmalıdır. Bugün Selçuk Dereli, öbür gün Fırat Aydınus, dün Kuddusi Müftüoğlu ve daha birçok hakem bundan kötü etkilenecek ve olan yine Türk futboluna olacaktır.

Like Tottenham

Yalnızca en iyi orjinal senaryo dalında aday olabildi Oscar'a In Bruges. En iyi film dalında Oscar'a aday olan filmler dahil son zamanlarda izlediğim en iyi film diyebilirim. Müthiş bir kara mizah örneği gerçekten. Bir de bu zamana kadar nerde action nerde polisiye görsek içinde bulduğumuz adam Colin Farrell, kendini aşmış bir şekilde çıkınca karşımıza tadından yenmiyor In Bruges'ın. Uzatmadan söyleyelim futbolla uzaktan yakında alakası yok filmin tek bir sahne dışında.
Filmin başlarında Colin Farrell'ın oynadığı Ray karakteri Brendan Gleeson'ın oynadığı Ken karakterine kilise de karşılarına çıkan resmin ne anlattığını sorar. Anlatmaya başlar Ken; cennet, cehennem, kıyamet günü falan derken, Araf'tan bahseder. Araf'ın cennet ve cehennemin ortasında bir yer olduğunu anlatır. Ray ise anladığını onaylamak adına bir örnek verir: "You weren't really shit, but you weren't all that great, either. Like Tottenham." (Çok boktan değildin, ama muhteşem de değildin, Tottenham gibi)

Ne yalan söyleyeyim sayfalarca yazı yazsam Ray kadar güzel anlatamazdım Tottenham'ı. Biraz kolaya mı kaçmak oldu bizimkisi?

Ramos'lu Real Madrid

Bu sezon La Liga'da fırtına estiren bir takım var malumunuz: Barcelona... Ligdeki diğer takımların form durumu, sakatları, cezalıları ilgilendirmiyor Barcelona'yı. Maçlarını kazanıp 12 puanlık farkı koruyorlar haftalardır. Fakat her ne kadar Barca'nın arkasında kalmış olsa da, özellikle son dönemdeki performansıyla övgüyü hakeden bir takım daha var La Liga'da: Real Madrid...
Juande Ramos'un gelişinden sonra, Barcelona maçını saymazsak tabii ki, 7 maçın 7'sini de kazanmış bir Real Madrid görüyoruz. Bu kazandığı 7 maçta sadece 1 gol yemiş olmaları da dikkat çekici. Fakat bu muhteşem form grafiği, hemen önlerinde Barca gibi bir uzay takımı bulununca dikkatlerden kaçıyor. Zira Barcelona da son 9 maçını kazanmış durumda.

Bu form grafiğinde Juande Ramos'un rolü dikkat çekici. Takımın başına geldikten hemen sonra kaybettiği Barcelona maçıyla birlikte, şampiyonluk yarışından adeta kopmuş bir Real Madrid vardı elinde. Oyuncuların psikolojik çöküşüne rağmen, haftalardır kazanarak en azından puan farkının daha da artmasına engel oluyor Ramos ve öğrencileri. Real gibi birinciliğe alışmış bir takımın oyuncularına liderin 12 puan gerisindeyken bunu yaptırabilmek, büyük bir önem arz ediyor. Hele bazı bahis şirketleri Barcelona'nın şampiyonluğuna oynayanların paralarını ödemeye başlamışken...
Tottenham'daki rezalet performansını bana göre çoktan unutturdu Ramos. Real Madrid'in ileriki senelerde de onunla çalışması benim için sürpriz olmaz, tabii ki Florentino Perez başkanlığa oturup vaadettiği gibi Arsene Wenger'i takımın başına getirmezse...

7 Şubat 2009

Nolberto Solano

Peru futbol tarihinin en önemli oyuncularından biridir Solano. Peru'da Universitario de Deportes'te başlayan futbol hayatını büyük ihtimalle aynı takımda bitirecek kürkçü dükkanı misali. Genç değil artık zaten 35 yaşına geldi. Hücum oyuncuları için normal bir yaş. Newcastle ile tanıdık onu, 8 yıl oynadıktan sonra Aston Villa'ya geçti 2004'te. Bir yıl sonra ise geri döndü Newcastle takımına. Bir dönem West Ham'da da oynadı. Bu sene eskici dükkanı Larissa'ya gitmişti ama sezon ortasında başladığı yere döndü (klubün ismini yazmak çok zor geliyor). Çok iyi bir frikikçidir. Peru efsanesidir, bizdeki Saidou nasılsa İngiltere'de Solano öyledir...

6 Şubat 2009

Inter'de Olası Senaryo

Karizmatik antrenörlerin başını çeken Jose Mourinho ile Arap Kraliyet Ailesi'nin sıcak temasta olduğu biliniyor. Aslında sezon ortasında da gidebilirdi ancak sezon sonunda City'e gitmesine kesin gözüyle bakılıyor Portekizli'nin. Mourinho giderse yerine en büyük aday Fatih Terim. Giderse yanında da Arda ve Semih'i götüreceği söyleniyor. Emre ve Okan gibi beleş almaları imkansız bunları. Real Madrid'in senaryosu kadar gişe özellikli olmasa da bence bu en olası senaryo Inter için..

Axel Witsel

Son yıllarda izlediğim en yetenekli oyuncu bu adam olsa gerek. Aslen Fransız ama Liege doğumlu olduğu için Belçika futboluna armağan etmiş kendini. Standard Liege alt yapısında yetişip henüz 17 yaşındayken ilk maçına çıktı. Standard Liege'in son yıllardaki başarısında Steven Defour ve Marouane Fellaini ile en büyük paya sahip oyuncu. Orta sahanın, hatta sahanın her yerinde oynar. Belçika'da yılın oyuncusu seçildi, takım arkadaşı Jovanovic ikinci oldu ve Axel Witsel'in sadece Belçika'nın değil Avrupa'nın en iyi oyuncularından biri olduğunu söyledi. Takım arkadaşı Fellaini sezon başında 16 milyon pound karşılığında Everton'ın yolunu tuttu. Hatta ilk başta Mehmet Topal'ın adı geçiyordu Everton için, keşke gitseydi 16 milyona ne güzel olurdu! Neyse Fellaini'den çok daha yetenekli olduğunu düşündüğüm için bu adamın kolay alınamayacağını söylemem gerek çünkü günümüz şartlarında büyük paralar bunlar. Steven Defour da bu jenerasyonun etkili oyuncularından,o da yakın zamanda daha ön plana çıkacaktır. Fotoğrafta solda Witsel ortada Defour sağda da Fellaini (çirkin biraz).

Yeni Mabedler - #2

Aslantepe Ali Sami Yen




Nou Mestalla




Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu



Bu üç stadın fotoğraflarını 5 Ocak'ta şurada vermiştik. Üçünde de gözle görülür değişimler var. Özellikle Nou Mestalla ve Aslantepe'deki yükseliş rahatlıkla görülebiliyor. Kadir Has Stadyumu ise zemin serildiği anda hazır olacak. Birkaç ufak detay kaldı Kayseri'nin modern bir stada kavuşmasına. Darısı Galatasaray, Valencia ve Sivasspor'a!

Not: Fotoğraflar aslantepe.biz'den alınmıştır.

5 Şubat 2009

Beckham-Milan-LA Üçgeni

2007 yazında Avrupa'yı terk edip LA Galaxy'e transfer olduğunda, kimse Beckham'ın Avrupa'ya bu kadar etkili ve sert bir dönüş yapacağını tahmin etmiyordu. 2008 Ocak'ındaki Milan hamlesi sadece sponsorların yararlanacağı 3 aylık geçici bir anlaşma olarak görülüyordu. Benim de görüşüm farklı değildi. Milan'ın yaş ortalamasını arttıracağını ve takıma yarar sağlayamacağını söylemiştim şurada. Fakat Beckham, Sir Alex'in takımında yıllarca boş yere oynamadığını kanıtlarcasına bir performans gösteriyor geldiğinden beri. Son maçta Pato'ya yaptığı asist, öncesinde attığı biri frikikten attığı iki golle harika bir başlangıç yaptı 2. Avrupa Seferi'ne.

Bu başarılı performansla birlikte, Milan yetkilileri de Beckham'ın bonservisini almak için LA Galaxy ile görüşmelere başlamış. Beckham da Amerika macerasından sıkılmış olacak ki, 'Burada kalmak istiyorum.' açıklamasıyla tarafını iyice belli etmiş. Zaten yukarıdaki fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, taraftarlarla arası da pek iyi değildi Galaxy'de.

Son zamanlarda iyice 'moda ikonu'na dönüşen Beckham, Milan'daki performansıyla aynı zamanda iyi bir futbolcu olduğunu herkese hatırlatmış durumda. Milan'da kalması hem kendisi hem de kulübü adına oldukça olumlu bir gelişme olacaktır. Bundan sonraki en önemli hedefi şüphesiz ki milli formayı yeniden giymek İngiliz oyuncunun. Bunu başaracak potansiyele sahip. Bakalım Beckham yeniden doğuşunu Milan forması altında mı yaşayacak, yoksa ilerleyen yıllarda da 'moda ikonu' olarak anılmaya devam mı edecek? Bekleyip göreceğiz...